16 Ocak 2008 Çarşamba

brokoli gerçeği


Y
aklaşık 30 yıldan beri yurt dışındaki ve yurt içindeki araştırmacı çalışmalarım; 11 yıldır üzerinde çalıştığım Brokoli gerçeğ ine beni bitkilerin şifalı gücüne inanmam ve Avrupada bu tür çalışmalara daha önem verilmesiyle başlamıştır. Tıpbın gücüne inanan ve bu gücün yeni buluşlarla güçlenip, insanlıga yeni hizmetlerle gelineceğini bilen bir düşünc eyle Brokoli araştırmalarıma başladım. İyi huylu prostat büyümesi (BPH) , prostatitis (prostat) ve kronik idrar yolları enfeksiyonu, bugün dünya insanlarının (1.350.000.000) büyük bir problemidir. Böylesine bir problemin kimyasal ( ilaç) yöntemleriyle veya ameliyat yaklaşımıyla çözülemeyeceği inancında değilim.Bu yöntemlerin yetersiz veye etkisiz kaldığı durumlarda Brokoliyi mutfağımızdan sağlığımıza taşımayı amaçladım. Brokoli üzerine araştırmalarımı bazı televizyon kanallarında ve yazılı basında açıkladım. İnsanların bu konuya sahip çıkacağını ve pek çoğunun şifa bulacağını bilmekteyim. Görsel ve yazılı medya insanların hayatının bir parçası olmuştur. Ben 11 yıllık çalışmamı açıklarken bunun laboratuarlardan ve üniversitelerden insanlara ne kadar ulaşacağından endişeliyim. Bu düşüncelerime ve bilimsel görüşlerime sahip çıkan Almanya ve Amerika, Medikal Forumlarında Brokoli tedavisi üzerine Web sayfası açarak kendilerine yardımcı olmamı talep etmişlerdir. Bu taleplerini gerek bilim adına gerekse de insanlığa hizmet adına kabul ettim. Almanya Medikal Forumda ve Amerikada Prostatitis Foundation Forumda adıma WebSayfası açıldı. Dünyada, brokoliyi prostat tedavisinde ilk uygulayan bir bilim adamı olarak ülkem adına gurur duymaktayım.

Brokoli
memleketimize son bir kaç yıldan beri girmiş bir sebzedir. Roma imparatorluğu döneminde esas yetiştirildiği bölgelerden bir tanesi de Akdeniz sahilleri idi. Özellikle Amerika ve Avrupada ençok tüketilen sebzeler arasındadır. Amerikada brokoli tabletleri satılmaktadır. Ancak, bu tabletler Prostat şikayetlerine karşı etkin değildir. Bu tabletler, 3-4 günlük brokoli tohumlarının filizlerinden elde edilmektedir. Brokoli sebzesinden elde edilmemektedir.
Brokoli her insanın mutfağından sağlığına taşıyabilecegi ve hazırlanması en kolay bir sebzedir.
Brokoli içerdiği maddeler açısından insan sağlığı üzerinde çok faydalıdır. Vitamin değerleri açısından; A, E ve C vitaminlerini içermektedir. İçerdiği flavonoidler bakımından bağışıklık sistemimizi güçlendiren bir özelliğe sahiptir. Antibiyotik özelliğe sahip olan brokoli, bu yönüyle prostatitis'e (prostat enfeksiyonu) karşı çok etkindir. Hiç bir antibiyotik yoktur ki bağışıklık sistemimizi zayıflatmasın. İşte brokolinin önemi bu noktada ortaya çıkmaktadır; aynı zamanda hem bağışıklık sistemimizi güçlendirmekte hemde antibiyotik vazifesi görmektedir . Bir noktayı hemen belirtmekte büyük fayda görüyorum. Genel olarak antibiyotikler, insan hayatı için hayati önem taşıyan, vazgeçilmez ilaçlardır. Brokoli, meme, prostat, bağırsak ve idrar kesesi kanserlerine karşı güçlü bir koruyucudur . Amerikada özellikle bu kanser türlerine karşı brokolinin içerdiği bazı maddeler ( sulforafen vs) zenginleştirilerek kanser tedavisindede başarı ile kullanılmaktadır. Brokoli içerdiği bazı indol ve indol türevleri (bitkisel hormonlar ) açısından ayrı bir önem taşımaktadır. Bu sayede vücudumuzdaki hormon dengesini ayarlayıcı özelliğe sahiptir. Yine Amerikada bazı klinikler menopoz dönemindeki bayanlar için östrogen hormonunun düzenli çalışma sı için brokolideki bitkisel hormonlardan yararlanmaktadı rlar. Brokolinin kendine özgü olan selülozik yapısı ( lifli yapı) bağırsaklarda oluşan toksinlerin uzaklaştırılması nda ( toksin atıc) ve alınmış olan ağır metallerin emilmesinde büyük rol oynamaktadır. Brokolinin bu lifli yapısı dışkının düzenli bir şekilde dışarı atılmasını sağlar. Kabızlığı önleyicidir . ugün dünyada üzerinde en çok araştırma yapılan sebzelerde; beyaz lahana, turp, domates, brokoli ve havuç en ön sırayı almaktadır.

6 Ocak 2008 Pazar

Çörekotu mucizesi

SEVGİLİ Peygamberimiz (s.a.v.) 14 asır önce şöyle buyurmuştu: “Şu kara tanede (çörek otu) ölümden başka her derde deva vardır.” O zamanlardan günümüze kadar geçen asırlar boyunca, bu ufak taneli gıdada her hastalığa şifanın olabileceğine birçok kimse dudak bükmüştü. Ama Maren Franz adlı bir Alman çörek otunun sağlığımız üzerindeki faydalarını araştırıp, bu konudaki yayınları bir araya getirdi. Sonuçta, “Tabiattan Gelen Şifâ Kaynağı: ÇÖREKOTU” adıyla bir kitap ortaya çıkardı. Üstelik, Peygamberimizin çörek otuyla ilgili hadisinin kendisini uyardığını ve bu sözü rehber alarak bu kitabı hazırlamaya giriştiğini önsözde belirterek...

Çörek otunun tohumunda takriben %38 oranında karbonhidrat, %35 oranında çeşitli yağlar, %21 oranında da albumin bulunur. Geri kalan %6 ise, yüzden fazla maddeden oluşur. Bu orana çok değerli olan doymamış yağ asitleri de dahildir. Linolen asidi, alfa linolenasidi ve iç yağı bunlar arasındadır. Eterli yağlar olarak kofur, nigellon, alfa-pinen vb. mevcuttur. Az miktarda bazı vitaminler (B1, B2, B6 folasidi niacin), mineraller (demir, kalsiyum, magnezyum, çinko ve selen) ve amino asitleri vardır.

Doymamış yağ asitleri ve eterli yağ, savunma sisteminde çok yararlıdır. Vitamin ve mineraller, savunma sisteminin işlemesinde önemli rol oynar. Çörek otunun değeri, çok sayıdaki bu maddelerin karışımından gelmektedir.

Doymamış yağ asitleri, metabolizmaya yardım eder. Hücrelerin büyümesi, gelişmesi ve yenilenmesinde yine buna ihtiyaç vardır. Ayrıca vücudun ihtiyacı olan hormonların gelişmesinde yardımcı olur. Alerjik sinyaller gönderen histamin gibi maddelerin artmasını engeller.

İnsan vücudu, doymamış yağ asitlerini üretemediği için, dışarıdan almaya mecburdur. Bir gram çörek otu yağı, bu açıdan günlük ihtiyacımızı karşılamaktadır.

Çörekotunun faydaları:

• Mikrop, virüs ve mantarlara karşı öldürücü tesire sahiptir.

• İfraz boşaltıcı ve solunum borusunu genişleticidir.

• Kan şekerini düşürür.

• Damar hastalıklarını önler.

• Hazmı kolaylaştırır.

• Vücuttaki zehirleri süzerek atar.

• İdrar söktürücü özelliği ile safraya iyi gelir.

• Yaraların çabuk iyileşmesini ve hücrelerin yenilenmesini hızlandırır.

• Alerjiyi önler.

• Savunma sistemini dengeler.

• Hormon sistemini ve ruh hâlini sağlamlaştırır.

• Çocuklarda özellikle sinir ve deri hastalıklarına, astım ile alerjiye iyi gelir.

• Çörek otu ürünleri hamilelik devresindeki şikayetleri azaltır. Yan tesiri olmayıp, bu devredeki hanımlara ve bebeklerini ana sütüyle besleyenler için süt kalitesinin bebeğe daha yarayışlı olmasını sağlar.

•Egzamalı deriye sık sık çörek otu yağı sürüldüğünde deri çabuk iyileşir. Yine deri hastalıklarında mikrop öldürücü tesirinden dolayı çok fayda verir.

•Hazım zorluğu ve mide şişkinliklerinde çörek otu eskiden beri bilinmektedir.

•Hemoroide iyi gelir, çünkü damarları güçlendirir ve kan dolaşımını hızlandırır.

•Romatizma, şeker hastalığı ve kolesterolün yükselmesi gibi metabolizma hastalıklarına faydalıdır.

• İktidarsızlık ve kısırlıkta yine yarar verici tesire sahiptir. Çünkü çörek otu, cinsî hormonları tanzim etmekte, bedenî ve ruhî olarak zindelik ve dinçlik vermektedir.

• Çörek otu yağı kadınlardaki aybaşı hâli sancıları ve diş ağrılarına karşı kullanılır.

Sağlıklı olmak için çörek otu kürü:

Tabii muhtevası ile savunma sistemine, metabolizma ve hormonlara iyi gelen çörek otu, vücudu toksin adı verilen zehirli maddelerden temizler, kan dolaşımını güçlendirir ve bağırsakların düzenli çalışmasını sağlar. Cildi parlaklaştırır. Düzgün bir cilde, parlak saç ve gözlere sebep olur. Sağlıklı ve hayat dolu bir görünüm sağlar.

Çörek otu savunma (immun) sistemini güçlendirdiğinden, kanser, AIDS gibi çağın hastalıklarına karşı tavsiye edilmektedir. Yine tansiyon ve ateş düşürücü ve tabii antibiyotik tesirleriyle yaygın hastalıklara şifa olmaktadır. Başta astım ve polen alerjisi olmak üzere alerjik hastalıklara, saç dökülmesine ve kepeğe karşı da tesirlidir.

Maren Franz’ın kitabından naklettiğimiz bu satırlar, çörek otunu “ölümden başka her derde deva” olarak tarif eden Peygamberimizin (a.s.m.) yüceliğini gözler önüne sermektedir. Çünkü Efendimiz (a.s.m.) çörek otunun henüz yeni keşfedilen bu mucizevî özelliklerini asırlar öncesinden, kıyamete kadar gelecek olan insanların en iyi anlayacağı şekilde ifade etmiştir:

“Çörek otuna kıymet verin. Zira o ölümden başka her derde şifadır.”

SEFA SAYGILI

Hastalıkta okunacak dua-2


“Lâ ilâhe illâllahü vahdehü lâ şerîke lehü lehül mülkü ve lehül hamdü yuhyî ve yümîtü ve hüve hayyün lâ yemûtü ebeden. Sübhânellahi Rabbil ibâdi ve rabbil bilâd. Vel hamdü lillâhi kesîren tayyiben mübâreken fîhi alâ külli hâl. Vallahü ekberü kebîren, celâlullahi ve kibriyâühü ve azametühü ve kudretühü bikülli mekân. Allahümme in künte kadayte aleyyel mevte fağfirlî verhamnî min zünûbî ve eskinnî cennete adnin.”

Bismillâhirrahmânirrahîm. Yâ Rabbî! Hastalığım sebebi ile düşmanlarımı sevindirme. Kur’ân-ı kerîmi benim için şifâ ve devâ eyle. Ben hastayım, sen ise deva ihsan edicisin. Yâ Rabbî! i’timâd ve ümmîdim Sensin. Senin hakkındaki hüsn-i zannımı şifam kıl. Yâ Rabbî! Aklımı ve dinîmi muhafaza eyle. Azametin hürmetine yakînimi, yanî şeksiz şüphesiz îmânımı dâim eyle. Bana yetecek kadar helâl rızk ihsan eyle. Bana eziyet verecek kimselerin kötülüğünü, şerrini benden uzak kıl. Beni doktorlara muhtaç etme. Yer yüzünde (hayattayken) hatâ ve kusûrlarımı setreyle. Kabre girdiğim zamanda bana merhamet eyle. Yâ Rabbî! Kıyâmet ve hesap gününde beni bağışla, bana mağfiret eyle. Besmele-i şerif yolumdur. Allahü teâlânın Rahman sıfatı mesnedim, arkadaşımdır. Bana dokunan her türlü kötülükten, düğümlere üfüren büyücülerin şerrinden ve hasetçilerin hasetlerini ortaya koydukları zaman, onların kötülüklerinden Rahîm sıfatın ile beni koru. Allahım! Sen birsin. Şerikin ve nazirin yoktur.

Hastalıkta okunacak dua-1


Hastalık hâlinde, günahlarına tevbe etmesi sünnettir. Hadîs-i şerîfde: “Bir kul hastalanıp, sonra iyileşince, hâli iyi olmazsa, yanındaki hafaza melekleri, biz onu iyileştirdik, ama o âfiyyet bulmadı, ya’nî hâlini düzeltmedi derler” buyuruldu.


Hasta iken şu duâyı çok okur: “Lâ ilâhe illâllahü vahdehü lâ şerîke lehü lehül mülkü ve lehül hamdü yuhyî ve yümîtü ve hüve hayyün lâ yemûtü ebeden. Sübhânellahi Rabbil ibâdi ve rabbil bilâd. Vel hamdü lillâhi kesîren tayyiben mübâreken fîhi alâ külli hâl. Vallahü ekberü kebîren, celâlullahi ve kibriyâühü ve azametühü ve kudretühü bikülli mekân. Allahümme inkünte kadayte aleyyel mevte fağfirlî verhamnî min zünûbî ve eskinnî cennete adnin.

Hazret-i Âişe anlatır: Resûlullah’dan duydum: “Birinize dert, keder, hastalık gelince, üç defa “Sübhâneke innî küntü minezzâlimîn” desin” buyurdu. Hazret-i Enes anlatır. Resûlullah’a bir köylü gelip, “ben hastayım, yediğim içtiğim karnımda durmuyor; iyi olmam için bana duâ et” dedi. Resûlullah: “Bir şey yediğin veya içtiğin zaman, “Bismillâhillezî lâ yedurru me’asmihî şey’ün fil-ardı ve lâ fissemâi ve hüves-semî’ul alîm, yâ hayyü yâ kayyûm” söyle, büyük de olsa, hastalık sana zarar vermez” buyurdu.

Peygamberimiz Eshâbına, bütün ağrı ve ateşli hastalıklar için: “Bismillâhil kebîr eûzü billâhil azîm min şerri külli ırkın ne’ar ve şerri harrin-nâr” duâsını okumağı öğretirdi.

Baş ağrısında okunacak dua

Resûlullah, Hazret-i Alî’ye buyurdu ki: “Başın ağrıyınca, elini başına koy ve Haşr sûresinin sonunu – Lev enzelnâ’dan itibaren – oku.”

Resûlullah’ın Haşr sûresinin bu kısmını okuduğu zaman, mübârek elini, mübârek başına koyduğu ve: “Ölüm hâriç, bu her hastalığa şifâdır” buyurduğu bildirilmiştir.

5 Ocak 2008 Cumartesi

Gel ey şifa

HASTALIKLAR SAĞLIĞI HİSSETTİRİYOR, sıkıntılar hisleri harekete geçiriyor…Sağ ve sağlıklı olmanın değeri yitirilmeye yakın idrak ediliyor. Sabreden için sıkıntıyı sekine izliyor, sabredemeyene ızdırap darbeleri vurmaya devam ediyor…

Hastalıklar sarmış, sıkıntılar sıkıyorken tevekkül ipine sarılıp istiğfarla çekmekten başka çare var mı? Kulluğun kalbi dua ve ubudiyetle attığını hatırlatır hastalık…Kalbi temizler, duyguları durultur, dimağları diriltir… Nefis sersemleşse de nazarlar keskinleşir, hayatın anlam perdeleri aralanır… Hastalık mihnettir, sıkıntı mihnettir, mihnetsiz nimete ulaşacağını ummak sağlıksız bir bekleyiştir. Hastalık gafleti dağıtıyorsa deva geliyordur…Dert ve deva diye döner dünya…Dua denizi, hikmet dağları, ubudiyet ovaları şifa dileyenleri beklemektedir…Oturmak ve durmakla gelmez deva…Çöl durgunluğunda şifa yoktur, vahşi dertler vardır.

Çöl kavuruculuğundan kurtulmak, duyguları diriltmek, kalbi yeşertmek, çoraklığı çiçek bahçesine dönüştürmek iman suyu olmadan olur mu? Su ne kadarsa hayat da o kadar…İman ne kadar kavi ise hastalık da o kadar zaif… Zamanın zayıflattığı ömürde iman kuvvetlenerek büyüyorsa hastalık sıkıntısı, sıkıntı hastalığı küçülüyordur.

Yakinin yükselmesi dert ve devanın yakınlaşması demek…Ayrılıklar yakinin zayıflamasından… Dert ve deva yakalarının birleşmesi iman düğmesini düğmelemeden olur mu? Korku ve ümidi buluşturan iman, hastalık ve şifayı da barıştırır… Vesvese ve şüphe bulaşmış iman tedaviye muhtaçtır. Dua denizlerinde yüzmeye, hikmet dağlarına tırmanmaya, ubudiyet ovalarında yürümeye ihtiyaç vardır. Ertelenen ihtiyaç imanı örseler…

Denizler öfkelenir, dağlar lav kusar, ovalar depreşir…Her yer hastalık kaynar…Dünyaya darılan hayat terk eder gider…Kainat yapraklarını toplayarak kapanır. Hayat susmuş, ölüm kainata kabzasına almıştır. Bu sonu unutmak asıl hastalık, esas dert…

Güneş her gün doğudan doğuyor batıdan batıyor, ay gecede tebessüm ediyor, yağmur damlaları toprağa okşuyor, çiçekler gülerek bize bakıyor, balıklar Yunus diye yüzüyor, rüzgarlar dağların zirvesine ninniler söylüyor, ovalarda ağaçlar meyve ellerini uzatıyor, arılar vız vızlarından vazgeçmiyor, turnalar uçuyor, sular akıyor, nehirler çağlıyor, bahar bitiyor yaz başlıyor, mevsimler dönüyor, yıldızlar bizi yalnız bırakmıyorsa hastalıklara şifa, dertlere deva vardır…Sıkıntılar sıksa da çözülecektir…Üzüntüler üzerimizden akıp gidecek, çaresizlikler çareye dönüşecektir…

Hikmet dağları dertleri dinliyor, iman suyu yüreği dolduruyor, ovalarda ubudiyet serinliği esiyor…Umut diye dönüyor dünya, yarınlar devaya akıyor…Sinelere muştu yağmurları yağıyor…

İman, sen ne büyük şifasın… Kainat ne büyük eczehane… Kur’an deva kaynağı… Aklımız bir anahtar, kalbimiz bir anahtar, duygularımız bir anahtar… Kapıları açmak ve içeri girmek varken nazlanmak niye? Vahşi çöl çok mu güvenli ey nefis? Kime dayanacak, nasıl savuracaksın canavarları?

Hasta olan var mı, hasta olmayan var mı? Sadrına sıkıntı saran var mı, sarmayan var mı? Dertle dönen var mı, dönmeyen var mı? Denizler, dağlar, ovalar, bizi hepimizi bekliyor… Yıldızlar tebessüm ediyor, Ay gülüyor…Güneş doğuyor… Kur’an kainatı okuyor, kainat Kur’an’ın zikriyle coşmuş… Ne gam , ne keder, ne hastalık… Gel ey şifa… Gel.

hüseyin eren

Ölümcül hastalık yoktur


‘YA RASULALLAH! HASTALANIRSAK tedavi görelim mi?’ dediler.
‘Ey Allah’ın kulları! Evet, tedavi görün’ buyurdu,
‘Çünkü Allah, yarattığı her hastalık için mutlaka bir şifa veya deva yaratmıştır.
Ancak bir dert müstesna!..’
‘Ya Rasulallah, o dert nedir?’ diye sordular.
‘İhtiyarlık!’ buyurdu..
Hadis-i Şerif Meali (1)

İnsan, birbiri içine geçmiş iki elmas fanus gibidir: beden ve ruh. Çoğu zaman problemin hangi taraftan geldiğini birbirine karıştıracak kadar girift bir sarmalanmayla monte edilmişlerdir.

Gelin görün ki, insanın ne olduğu konusunda işin sadece görünen kısmıyla ilgilenip diğerini yok saymak gibi ciddi bir hataya da düşmüş bulunuyoruz. Oysa insan küçük bir âlem, evren de büyük bir insan gibidir. İnsan, evrenin küçültülmüş bir maketidir. Olup bitenlerden etkilenmemesi mümkün değildir. Görüyoruz ki; evrende güzellik ve hayrın esas olduğu bir düzen vardır. Bu düzenin içerisinde, düzene aykırı olarak gözümüze çarpan çirkinlikler, mükemmelliğin berrak ve anlaşılır hale gelmesini sağlarlar. Güzelliklerin ve hayrın tam olarak ortaya çıkmasına bu ârazlar aracılık ederler. Üstün bir kudretin ürünü olan şu hikmet dolu mükemmelliklerin ve intizamın, tarafımızdan açık seçik anlaşılmasını bu arazlar sağlar. Mânâlarını ifade ettikten sonra da, –belki de yenilerine yer açmak için– zamanla aradan çekilirler.

Âraz, dışarıdan gelip musallat olan anlamındadır. Evet hastalıklar ârazdırlar, çünkü sonradan olaya dahil olurlar. Madem ki, sonradan gelmiştirler, öyleyse bertaraf edilmeleri mümkün demektir. Arıza oluşturan şey ile arızaya muhatap olan canlının arasındaki gerçekleşmesi gereken çarpışma, evrende ve o canlının bedeninde sürekli yaşanmakta olan bir hakikattir. Vücudumuzdaki küçücük hücreler bile savaşmayı, o ârazı ortadan kaldıracak çarpışmayı tercih ederken, bizim tevekkül içerisinde oturmamız tembelliktir. Bu noktada tevekkül etmek, âlemleri yaratan Zâtın takdirine kesin olarak aykırıdır. Dolayısıyla bu hal, tevekkül olamaz.

Kelimenin tam anlamıyla, evrenin merkezidir insan. Gözü, gözbebeği, meyvesidir. Evrende cereyan eden olaylar, insanı bir çok yönden etkiler. Örneğin yakın geçmişimiz, içinde bulunduğumuz an ve muhtemel yakın geleceğimizin, yaşadığımız olayın içerisinde gözden geçirilmesi gereklidir. Her an hareket halinde olan evrendeki olayların vektörel toplamlarıyla, özgürce hareket etme yetisine sahip biz insanların yaşantılarımızın vektörel toplamları bir eşitsizlik arzediyor, örtüşmüyorsa, bu bize diğer tüm olumsuzluklarda olduğu gibi, arızalar suretinde hayata yansır. Örneğin, tüm evrende yaşanmakta olan temizlik hakikatine ve artıkların değerlendirilerek yeniden hayata dönüştürülmesi gerçeğine riâyet etmeyen insanlık, bunun bedelini kirlenmiş bir çevrede huzurdan mahrum bir şekilde yaşayarak öder.

Aynı şekilde, varlığımızın görünen tarafı olan bedenimizde meydana gelen bir arıza, çevremize şöyle bir bakmamıza ve iyileştirmemiz gereken gerçekten maddî-manevî önemli yaralarımızı incelememize olanak sağlar. Hasar görmüş ilişkiler, inanç sistemimizde oluşmuş boşluklar, korku tümörleri, Yaratıcı’ya karşı duyduğumuz kuşkular, bağışlama yetimizi yitirmemiz gözden geçirilmesi mutlaka gerekli vektörel etkilerdir. Evrendeki canlıların ve prensiplerdeki akışın tersine hareket eden bilmeli ki, çatlama noktasına doğru sürüklenecektir. Mesela,tüm mahlukat su içerken alkol tüketen birisi, kainattaki akışa ve vücudun varoluşundaki hikmete vektörel olarak aykırı hareket etmiş olur. İşte bu negatif durum, hastalığa açık bir davetiye olarak bize yansır. Yine, bütün mahlukların hummalı bir hareketin içinde bile tevekkül edişlerini fiillerinden okuduğumuz halde; tevekküle gerçek mânâda layık olan Zâta tevekkül etmeyerek, her işin altına kendi duygularını koyan birinin vektörel açılımı da maalesef negatif olacaktır. Bu yükün altında ezilecektir. Zaruretler, bilimin ve hakikatin efendisidir. Bu vektörel etkilerin analizi iyi etüt edilirse, hastalık dediğimiz olgu, biiznillah aradan çekilecektir. Üstelik de, insanı daha erdemli hale getirmiş ve mahiyetinin ne olduğu konusunda eğitmiş olarak.

Hayata kıymet veren de işte budur. Ayrı ayrı tavırlar içinde yuvarlanmakta olan bir hayat, insana ne kadar kıymetli olduğunu daima hissettirir. Devamlı sıhhat ve afiyet içinde süren yeknesak bir hayat, eksik bir hayattır. Çünkü kişiye yokluğu ve hiçliği hissettirir. Yeknesak ve tekdüze bir hayat, yokluğa yakınlığı nedeniyle sıkıntı kaynağıdır. Bu sıkıntılar nedeniyle ömrün lezzetini sıkıntıya çevirdiği için, bir an önce ömür bitsin istetir. Oysa inişli çıkışlı, meşakkatli ve çalışmayla geçen bir hayat ise; üretir, vücuda gelir, sonsuzlaşır, gerçek mahiyetini bulur. Hayat, faaliyetle başlayıp hareketle devam eder. Hastalıklar da hayatımızı ateşlendirerek onu faaliyete iter. Paha biçemediğimiz hayatımızı fark etmemizi de sağlar. Madenler nasıl ateşe atılarak saflaştırılırsa, bu durum hayatı saflaştırarak daha kuvvetli hale gelmesine neden olur, yüceltir ve sonsuzlaşmasına vesile olur. Her sınanma, hayat mertebelerinde yeni bir açılıma gebedir. Ve biz o sınavı geçene dek de şu veya bu biçimde yinelenir durur. Sonsuz hayat basamakları, hastalıklar ve meşakkatlerle tırmanılır. Bu nedenle de, hiç hastalanmayan ve meşakkat nedir bilmeyen birinin sonsuz hayata dair bir önermesi de yoktur. Bizler, hastalıklar karşısında seçilmiş rastlantısal kurbanlar değilizdir. Evrendeki her şeyin bir varoluş nedeni vardır. Hiç bir şey rastlantısal ve anlamsız değildir. Ne var ki, ölümlü insana henüz açıklanmamış sırlar vardır…(4)

Biz insanlar için birer kırılma ve yüzleşme noktaları olan hastalık ve musibetler, mutlak hakikatlere olan uzaklığımızı belirleyen nirengi noktalarıdır. Perdeli olduğu için ilk etapta bilemediğimiz hikmet, adalet, rahmet gibi güzelliklere, neticesi sevimli mânâlara ulaşmamızı sağlarlar. Mesela geleceklerimiz, geçmişlerimizde şekillenecektir. Kaderin Sahibinin bildiği gelecekte, müstehak olduklarımıza göre geçmişimiz takdir edilecektir. Bu açıdan şimdiki bazı acılarımız ve yokluklarımız, bazen geçmişteki hatalarımızın, bazen de gelecekteki kazanımlarımızın dünyadaki bedelleri olacaktır. Şimdiki varlığımız ve sağlığımız ise, bazen geçmişteki acılarımızın, bazen de gelecekteki acılarımızın dünyadaki karşılığı olacaktır. Dünyadaki karşılıkların sonsuz hayata uzanan karşılıklara işaret ettiği gerçeği, böylelikle bir kez daha tahakkuk edecektir.(2)

Neticede insan için sağlık ve esenlik esastır. Hastalıklar bu bağlamda, sağlığın anlaşılması içindirler. İnsanda sağlık içten dışa doğru, hastalıklar dıştan içe doğrudur. Bir zincirin gücü, en zayıf halkanın gücü kadar olacağına göre; bir uyumsuzluk halinde, içerimizde oluşan metafizik gerilim, bünyemizin o sırada en zayıf halkası neresi ise orasından kopacaktır. Ruhumuza, ölüm bile en küçük bir zarar veremediğine göre, bünyemizin en zayıf halkası daima bedenimizdir.

Ecel muayyen değil, mukadderdir. Asla değişmez ve vakti de bilinmez. Hastalıklar neticesinde doktora muayene olmak ise, muayyendir. Emredilen de budur. İlk bakışta ölümcül olduğu düşünülen hastalıklar için bile, sebepler dairesinde bir müracaata ihtiyaç vardır. Tedaviyi tercih etmemek, ‘bakalım, rabbimiz böyle de şifâ vermeye muktedir mi?’ gibi son derece riskli bir noktaya kapı açabilir. Muayyen olan bir noktada yapacağımız ters hareketler, Allah’ın takdirini sınama noktasına bizi atabilir. Sanki ilah olan biz, kul olan ise kudret-i ilahiye gibi olur ki, bu çok ciddi bir hâtâdır. Daima muayyen olana, görünene göre hareket edilir. Doğru olan tercih budur. Görüneni tercih etmek, takdiri ise kudret ve hikmet-i ilahiyeye bırakmak, takdir-i ezeliyi algılamaktan ve uygulamaktan nihayetsiz uzakta olan biz insanlar için en uygun yoldur.

Aslında, ölümcül bir hastalık yoktur. Bu hayatın ortasına Sultan-ı Ezelî’nin takdiri ile gelen insanı, onun izni ve emri olmadan adi bir nefer hayattan tard edip uzaklaştıramaz. Hastalığın anlatmak istedikleri –hem bedensel, hem ruhsal açıdan– keşfedilemezse, hastalık ve arazların vektörel şifreleri çözümlenemez ise, işte o zaman hastalık değil, bu hatalar silsilesi ölümcüldür. Nasıl ki deprem öldürmez, çürük bina öldürür ise; hastalıklar da bu minvaldedir. Gerçekte; iyileşme de, hastalık da zamanla direkt ilişkili kavramlar değildir. Bu süreçleri belirleyen ve hakkımızdaki takdiri bir açıdan yönlendiren yukarıda bahsi geçen vektörel açılımlardır. Kişiden kişiye değişkenlikler gösteren de bu etkilerdir.

Hastalık ve âraz; diğer her şeyde olduğu gibi, İlahî şifrelerin bizim dünyalarımızdaki bir kısım karşılıklarıdır. Bir nevi hiyeroglif gibi mesaj kutularıdır. Analizi yapılmış ve geliş nedeni isabetle tespit edilmiş hiçbir hastalık ölümcül değildir. Buna, duyduğumuz anda içimizi ürperten kanser ve AIDS gibi hastalıklar da dahildir. Ani ölüm ve ihtiyarlık dışında, her şeyin çaresi vardır. Yeter ki sorun doğru teşhis ve tedavi edilsin.( * ) (Aykut Tanrıkulu nun yazısı)

( * ) Hastalandığımda bana şifa veren de Odur. ( Şuara : 80 )


Peygamberimizden Dualar


Peygamber Efendimiz, biz müslümanların nasıl dua etmesi gerektiğini bildirmiştir.
Bunlardan bazıları;
Ya Rabbi, Sana ve Resulüne itaat etmemizi ve bildirdiklerinle amel etmemizi nasip eyle!)

(Ya Rabbi, faydasız ilimden, makbul olmayan ibadetten ve kabul edilmeyen duadan sana sığınırım.)

(Ya Rabbi, bildiğimiz-bilmediğimiz bütün iyilikleri ver, bildiğimiz-bilmediğimiz bütün kötülüklerden de koru!)

(Ya Rabbi, her işimizin sonunu güzel eyle, dünya sıkıntılarından ve ahiret azabından bizi koru!)

(Ya Rabbi, bizi sabreden ve şükredenlerden eyle!)

(Ya Rabbi, bizi dostlarına dost, düşmanlarına düşman olanlardan eyle!)

(Ya Rabbi, acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, cimrilikten ve her çeşit hastalıktan sana sığınırım!)

(Ya Rabbi, işinde sebat eden, nimetine şükreden, ibadetini güzel yapan ve doğru konuşanlardan eyle!)

(Bedenime, kulağıma, gözüme sıhhat ver! Küfürden, fakirlik ve kabir azabından sana sığınırım.)

(Ya Rabbi, kusurlarımızı ört, korkulardan emin kıl ve borçlarımızı ödememizi nasip et!)

(Ya Rabbi, sıhhat, afiyet ve güzel ahlak ver! Kaza ve kaderine rıza gösterenlerden eyle!)

(Ya Rabbi, gece ve gündüz gelecek kötülüklerden, sıkıntılardan kötü arkadaştan ve kötü komşudan sana sığınırım.)

(Ya Rabbi, ölünceye kadar ibadet etmemizi, ömrümüzün hayırlı amellerle sona ermesini nasip et ve Cennetini ihsan eyle!)

(Ya Rabbi, zulmetmekten, zulme uğramaktan sana sığınırım.)


Bu da Geçecek


Daha nerede durup nerede terkedeceğimize karar veremezken… Neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmezken…

Hayatı yaşamaya değer kılan duyguların yokluğu hissedilir oldu yüreklerde…

Gönül duymazken dinlemezken, göz görmezken… Ama gönül görürken… Hayat daha mı anlamlıydı?

Başımıza neler gelecek daha. Neleri sığdıracağız şu kısacık hayata… Bir anda olacak her şey… Mutluluğu bir yana, başa gelince cefası çekilen dostu özlüyor yürek… Sevgiyi özlüyor. Yalanı aslına tercih edemiyor ya, hep onu arıyor. Sımsıkı sarıldığı yalnızlığının himayesinde yetişiyor; kendisini hayata yalnızlığıyla hazırlıyor. Hayatın akıp gittiğini farketse, yıkılacak… Yok o istemiyor bunu bilmeyi. Yaşamaya başlamak için özleminin bitmesini bekliyor. Ne yaşayacaksa o dostla olsun, hayatının anlamı o olsun… Daha neler neler istiyor yürek… bir zaman sonra her şey bitecek, hiçbir şey başlamadan bitecek her şey… Oysa o kadar çok şey yaşanmış olacak ki… O da farkedecek sonunda ya çok geç olacak… Yaşadığı hayal kırıklığını isimlendirmek için kelime bulamadığında, bildiklerinin kaderiyle uyuşmadığını anlayacak. Hak verecek tüm gönüllere… Ama bulana dek arayacak, az şey bulmayacak. Bulduklarını birbirine eklediğinde hep bir şeylerin eksik kaldığını görünce anlayacak her şeyi tam anlamıyla elde edemeyeceğini. Yaşadıkça öğrenecek…

Kaybedeceği korkusu değil ondaki, kazanamayacağı düşüncesi. Kaybetme şansı olsa kendini iyi hissedebilecek belki bir parça. Ama hiç kazanamadı ki ne kaybedecek!.. Mahkumdu o belki de kaybetmeye, her zaman olmasa da çoğu zaman… Hayat ne kadar yaşamaya değerse de daha azına layık gördüğü için mi kendine bunca eziyeti?..

Suskun yüreğim benim… Kimse arkasına dönüp bakmazken, kimse senin neler yaşadığını anlayamazken… Ve tüm yaşananları senden başka kimsenin aynıyla yaşayacağından emin olamazken… Var mı içine kapanıp ağlamak?.. Susma yüreğim. Bak akıp gidiyor hayat. Yaşamak sevmekse sen yaşa yaşanabileceklerin en iyisini, özlemekse yaşamak sen en çok özleyen ol…

Hayatın anlamını yalnızlığa vurulan darbede bir dost arayarak bulmaya çalışmaksa kader… Kader bizim yapabildiklerimizse… Kalk yüreğim, sen elinden geleni yap. Gerisi senden sorulmaz, merak etme…

Değil mi ki O her şeyin asıl sahibi… Ve tüm sevgilerin… Dayan yüreğim, bu da geçecek…

Hz.Eyyub ve sabrı


Sual: Hz. Eyyubün, hastalanıp çeşitli belaya maruz kalmasının sebebi nedir?
CEVAP
Eyyub aleyhisselam, namaza durduğu zaman, dünya ile alakasını tamamen keser, Hak teâlâdan başka bir şey düşünmezdi. Hak teâlâ, onun ibadet ve taatteki sabrını övünce, yerde ve gökte bulunan bütün melekler, ziyaretine geldiler. Şeytan, Eyyub aleyhisselamı kıskanarak Hak teâlâya niyazda bulundu.
- Ya Rab, bu kuluna ne izzet verdin de melekler onu ziyarete geliyor?
- Eyyub benim sabırlı kulumdur. Sabırlı kullarıma böyle ikramlar da azdır.
- Ya Rab, onun sabırlı olup olmadığı benim tecrübeme bağlıdır. İzin ver de, ben onu bir tecrübe edeyim!
- Ey melun haydi tecrübe et!

Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Şüphe edilen altın, ateşle muayene edildiği gibi, insanlar da dert ile, bela ile imtihan olur.) [Taberani]Şeytan, izin üzerine, Eyyub aleyhisselamın yanına gitti. Sabrını taşırıp yoldan çıkarmak için önce malına el uzattı. Dağda otlayan bütün davarlarını [koyun ve keçilerini] öldürüp Eyyub aleyhisselamın yanına geldi. Onu secdede bulup dedi ki:
- Ya Eyyub, sen hâlâ ibadetle meşgulsün. Halbuki Rabbin sana hışmetti. Bütün davarlarını kırıp geçirdi. Ona hâlâ ibadet mi ediyorsun?
Hz. Eyyub namazını bitirip selam verdikten sonra buyurdu ki:
- Davarların hepsinin helak olduğunu söylüyorsun. Onlarla benim ne alakam vardır? Ben sadece aciz bir kulum, köleyim. Kölenin nesi olur? Bütün mal-mülk efendinindir. Efendi, kendi davarlarını helak etmişse, bana ne? Ben kulum, kulluğumu bilirim.

Sonra, tekrar ibadete başlayınca, şeytan perişan oldu. Bu sefer de evlatlarına el attı. On çocuğunun
hepsini öldürüp tekrar Eyyub aleyhisselamın yanına geldi. Dedi ki:
- Ya Eyyub yaptığın ibadetlerin Hak katında bir sineğin kanadı kadar kıymeti yoktur. Rabbin sana gazap etti. Bütün çocuklarını öldürdü.
- Çocuklarımın benimle ne ilgisi var? Yaratan, can veren, yaşatan, öldüren Odur. Hüküm yalnız kahhar olan Allahü teâlânındır.

Tekrar namaza durdu. Şeytan, umduğunu bulamayınca çok üzüldü. Hak teâlâya niyaz etti:
- Ya Rab, Eyyub kulunu çok sabırlı buldum. Mallarını ve evlatlarını helak ettiğim halde gönlünü senden alamadım. Müsaade buyur da bir de gidip elimi Eyyubün vücuduna süreyim, onu hastalandırayım! Bakalım bu sefer sabredebilecek midir?
- Haydi git, bildiğini yap!

Şeytan, Eyyub aleyhisselam secdede iken, burnundan üfledi. Bütün vücudu eridi. Zehirli yılan sokmuş gibi oldu. Her tarafı yara oldu. Buna rağmen bir defa inleyip sızlamadı. Şeytan bir doktor şeklinde gelip, (Bir sıkıntın varsa söyle, hemen tedavi edeyim) dedi. Fakat sıkıntısını belli etmedi, halinden şikayet etmedi. Yedi yıl, hasta yattı. Yine de gücünün yettiği nispette Rabbine ibadet ederdi.
Kur’an-ı kerimde mealen buyuruldu ki:
(Kimi çeşitli nimete kavuşunca, Allah’ı anmaktan yüz çevirir. [Hastalık, fakirlik gibi] bir şer dokununca da [Allah’ın rahmetinden] ümidini keser.) [İsra 83]

Eyyub aleyhisselam Allahü teâlâdan ümidini kesmeyip sabrederek imtihandan başarıyla çıkınca, bütün malı ve evladı tekrar kendisine verildi. Allahü teâlâ, sabredenlerle beraberdir. Onun kaza ve kaderine sabredenler sonsuz nimetlere kavuşur. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruldu ki:
(Sabredenlere, mükafatlar hesapsız verilecektir.) [Zümer 10]

Hadis-i şerifte de buyuruldu ki:
(Allahü teâlâ buyurdu ki: “Kimin, bedenine, evladına veya malına bir musibet gelir de o da sabr-ı cemil gösterirse [güzel sabrederse], Kıyamette ona hesap sormaya haya ederim.)
Eyyub aleyhisselam, afiyete, mal ve evlatlarına kavuşunca, o gece seher vaktinde bir ah çekerek ağladı. Sebebini sual ettiler. Buyurdu ki:
(Her gece seher vaktinde “Ey hastamız nasılsın?” diye bir ses duyardım. Şimdi o vakit geldi. Bir ses işitmediğim için ağlıyorum.) [R. Nasıhin]

Hz. Eyyubün ağlaması
Sual:
Okuduğum bir Kur’an tercümesinde, Hz. Eyyub hastalıktan dolayı şikayet ediyor. Peygamberin, hastalık için şikayette bulunması doğru mudur? Tercümede mi bir yanlışlık vardır?
CEVAP
Defalarca yazdığımız gibi, Kur’an meali adı altında, yapılan hiçbir tercümenin okunmasını tavsiye etmiyoruz. Çünkü Kur’an-ı kerim, kısa veya uzun tercüme edilemez. Ancak ehli olan âlimler, nakli esas alarak tefsirini, tevilini yaparlar. Mealden din öğrenilmez.

Sad
suresinin 44. âyet-i kerimesinde mealen, (Eyyubü, [malına, canına ve aile efradına gelen musibetlere] sabredici bulduk. O ne güzel kuldu, daima Allah’a yönelir, Ona sığınırdı)(O ne güzel kuldu) buyuruyor. Eğer, Eyyub aleyhisselam, hastalığını şikayet etseydi, Allahü teâlâ, onu övmezdi. [Hakim] buyuruluyor. Bu âyet-i kerimede cenab-ı Hak, Eyyub aleyhisselamın sabrını övüyor,

Bu hususu âlimler şöyle izah ediyor:
Hastalığını insanlara sızlanarak anlatmak şikayettir. Doktora anlatmak, diğer insanlara anlatmak gibi değildir. Hiç kimsenin bulunmadığı bir yerde, (Ya Rabbi, hastalığım sebebiyle ibadetlerimi yapamıyorum) diye ağlamak, hastalıktan şikayet değil, ibadet edemediğinden dolayı halini arzdır. Bir nevi özür dilemektir. Hâlini Allahü teâlâya arz edip dua etmekte mahzur yoktur. Nitekim Kur’an-ı kerimde, Yakub aleyhisselamın (Ben büyük kederimi ve hüznümü, [başkalarına değil] ancak Allah’a arz ederim) dediği bildirilmektedir. [Yusüf 86]

Hastalığına üzülmedi
Kur’an-ı kerimi en iyi bilen, tefsir eden şüphesiz Peygamber efendimizdir. Aynı sual ona da sorulunca, cevaben buyurdu ki:
(Allahü teâlâya yemin ederim ki, Eyyub aleyhisselam, hastalığı için inleyip sızlanmadı. Yedi sene, yedi ay, yedi gün, yedi saat, o belaya maruz kaldığı için, ayakta namaz kılamayıp yere düştü. İbadette kusur edince, “Gerçekten bana hastalık isabet etti” dedi.)

Şeytan, Eyyub aleyhisselamı kandırmak için yanına gidip (Malına, canına ve aile efradına gelen bu beladan kurtulmak istersen bana secde et, seni eski haline getireyim) dedi. Şeytanın bu ağır sözü, Eyyub aleyhisselamın gayretine dokundu. Büyük bir belaya maruz kaldığını anlayıp “Gerçekten bana hastalık isabet etti” dedi.

Hastalık uzadıkça, tanıdıkları kendinden uzaklaştı. Fakat sadık hanımı, onu bırakmadı. Şehrin kenarında bir kulübe yaptırdı. İhtiyaçlarını şehirden alıp getirirdi. Bir gün yine şehre gittiği sırada, Hz. Cebrail, Hz. Eyyube Allahü teâlânın lütfunu müjdeledi:
(Ya Eyyub, bela verdim, sabrettin, şimdi ise, ne istersen iste vereyim.)
Eyyub aleyhisselam da âyetteki gibi hâlini arz edip dua etti. Cenab-ı Hak, (Onun duasını kabul ettik) buyurdu. (Enbiya 84)

Yerden su çıktı
Sad
suresinde bildirildiği gibi, Cebrail aleyhisselam, Hz. Eyyubün ayağını yere vurmasını söyledi. Ayağını vurunca, yerden berrak bir su çıktı. Bu su, içme zamanında soğuk, yıkanma zamanında sıcak akardı. Bu sudan bir yudum içip, bir miktar da başına dökünce, hastalığı hemen geçti, kuvveti yerine geldi. Genç bir delikanlı oldu. Hz. Cebrail, ona temiz ve kıymetli elbiseler giydirdi.

Bir müddet sonra, hanımı, şehirden yiyecekle dönünce, onu yatakta göremeyip ağlamaya başladı. (Hastama n’oldu, canavarlar mı götürdü?) diyerek feryat ederken, Hz. Eyyub ona seslendi:
- Ey hatun, sen kimi arıyorsun?
- Hayat arkadaşım bir hastam var idi. Onu kaybettim.
- Adı ne idi?
- Sabırlı Eyyub idi.
- Şekli nasıldı?
- Sıhhatli iken sana çok benzerdi.
- Ya Rahime, işte o belaya maruz kalan Eyyub benim.
Hanımı ile Allahü teâlâya şükrederek ağlaştılar. Şehre geldiklerinde köhne evlerinin yenilendiğini, daha önce ölen yedi oğlu ile, üç kızının dirildiğini, helak olan develerinin, koyunlarının ve diğer mallarının hepsinin geri geldiğini gördüler. Üstelik anbarlarını altın ve gümüş ile dolu buldular. Hanımı da gençleşti ve 26 çocukları oldu. (R. Nasıhin, Tibyan)

Hastalar Risalesi

YİRMİ BEŞİNCİ LEM'A

Yirmi Beş Devâdır

  • Hastalara bir merhem, bir teselli, mânevî bir reçete, bir iyâdetü'l-marîz (hasta ziyareti) ve geçmiş olsun makamında yazılmıştır.

    İHTAR VE İTİZAR: Bu mânevî reçete, bütün yazdıklarımızın fevkinde (üstünde) bir sür'atle telif edildiği gibi, hem umuma muhalif olarak, tashihata (düzeltmeye) ve dikkate vakit bulmayarak, telifi gibi gayet sür'atle, ancak bir defa nazardan geçirildi. Demek, müsvedde-i evvel hükmünde müşevveş (düzensiz) kalmıştır. Kalbe fıtrî bir surette gelen hâtırâtı san'atla ve dikkatle bozmamak için, yeniden tetkikata lüzum görmedik. Okuyan zatlar, hususan hastalar, bazı nâhoş ibarelerden veyahut ağır kelimelerden ve ifadelerden sıkılıp gücenmesinler, bana da dua etsinler.

lema_25_besmele.gif (1367 bytes)

lema_25_a1.gif (2037 bytes)
"O kimseler ki, başlarına bir musibet geldiğinde 'Biz Allah'ın kullarıyız; dönüşümüz de ancak Onadır' derler."
Bakara Sûresi, 2:156

lema_25_a2.gif (1949 bytes)
"Beni yediren ve içiren Odur. Hastalandığımda bana şifa veren de Odur."
Şuarâ Sûresi, 26:79-80.

  • ŞU LEM'ADA, nev-i beşerin ( insan gruplarının) on kısmından bir kısmını teşkil eden musibetzede ve hastalara hakikî bir teselli ve nâfi (faydalı) bir merhem olabilecek Yirmi Beş Devâyı icmâlen (özetle) beyan ediyoruz (açıklıyoruz).

BİRİNCİ DEVÂ

Ey biçare hasta! Merak etme, sabret. Senin hastalığın sana dert değil, belki bir nevi dermandır. Çünkü ömür bir sermayedir, gidiyor. Meyvesi bulunmazsa zayi olur. Hem rahat ve gafletle olsa, pek çabuk gidiyor. Hastalık, senin o sermayeni büyük kârlarla meyvedar ediyor. Hem ömrün çabuk geçmesine meydan vermiyor, tutuyor, uzun ediyor-tâ meyveleri verdikten sonra bırakıp gitsin. İşte, ömrün hastalıkla uzun olmasına işareten bu darbımesel dillerde destandır ki, "Musibet zamanı çok uzundur; safâ zamanı pek kısa oluyor."

İKİNCİ DEVÂ

Ey sabırsız hasta! Sabret, belki şükret. Senin bu hastalığın, ömür dakikalarını birer saat ibadet hükmüne getirebilir. Çünkü ibadet iki kısımdır. Biri müsbet ibadettir ki, namaz, niyaz gibi malûm ibadetlerdir. Diğeri menfi ibadetlerdir ki, hastalıklar, musibetler vasıtasıyla musibetzede aczini, zaafını hisseder, Hâlık-ı Rahîmine iltica eder, ( merhamet sahibi yaratıcısına yönelir) yalvarır. Hâlis, riyâsız, mânevî bir ibadete mazhar olur.

Evet, hastalıkla geçen bir ömür, Allah'tan şekvâ (şikayet) etmemek şartıyla, mü'min için ibadet sayıldığına rivâyât-ı sahiha vardır. ( Doğru Hadis rivayetleri - el-Elbânî, Sahîhu Câmii's-Sağîr, 256.) Hattâ bazı sâbir (sabreden) ve şâkir (şükreden) hastaların bir dakikalık hastalığı, bir saat ibadet hükmüne geçtiği ve bazı kâmillerin bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçtiği, rivâyât-ı sahiha ve keşfiyat-ı sadıka (doğru keşifler) ile sabittir. Senin bir dakika ömrünü bin dakika hükmüne getirip, sana uzun ömrü kazandıran hastalıktan teşekkî (şikayet) değil, teşekkür et.

ÜÇÜNCÜ DEVÂ

Ey tahammülsüz hasta! İnsan bu dünyaya keyif sürmek ve lezzet almak için gelmediğine, mütemadiyen gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyarlaşması ve mütemadiyen zeval (yok olma) ve firakta (ayrılıkta) yuvarlanması şahittir. Hem insan, zîhayatın ( hayat sahibi) en mükemmeli, en yükseği ve cihazatça en zengini, belki zîhayatların sultanı hükmünde iken, geçmiş lezzetleri ve gelecek belâları düşünmek vasıtasıyla, hayvana nisbeten en ednâ (aşağı) bir derecede, ancak kederli, meşakkatli bir hayat geçiriyor. Demek insan bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safâ ile ömür geçirmek için gelmemiştir. Belki azîm (büyük) bir sermaye elinde bulunan insan, burada ticaret ile, ebedî, daimî bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir. Onun eline verilen sermaye de ömürdür.

Eğer hastalık olmazsa, sıhhat ve âfiyet gaflet verir, dünyayı hoş gösterir, âhireti unutturur. Kabri ve ölümü hatırına getirmek istemiyor. Sermaye-i ömrünü bâd-ı hava (nefis rüzgarı) boş yere sarf ettiriyor. Hastalık ise, birden gözünü açtırır. Vücuduna ve cesedine der ki: "Lâyemut (ölümsüz) değilsin, başıboş değilsin, bir vazifen var. Gururu bırak, seni Yaratanı düşün, kabre gideceğini bil, öyle hazırlan."

İşte hastalık bu nokta-i nazardan hiç aldatmaz bir nâsih (nasihatçı) ve ikaz edici bir mürşiddir. Ondan şekvâ değil, belki bu cihette ona teşekkür etmek, eğer fazla ağır gelse sabır istemek gerektir.

DÖRDÜNCÜ DEVÂ

Ey şekvâcı (şikayetçi) hasta! Senin hakkın şekvâ değil, şükürdür, sabırdır. Çünkü senin vücudun ve âzâ ve cihazatın, senin mülkün değildir. Sen onları yapmamışsın, başka tezgâhlardan satın almamışsın. Demek başkasının mülküdür. Onların mâliki, mülkünde istediği gibi tasarruf eder.

Yirmi Altıncı Sözde denildiği gibi, meselâ gayet zengin, gayet mâhir bir san'atkâr, güzel san'atını, kıymettar servetini göstermek için, miskin bir adama modellik vazifesini gördürmek maksadıyla, bir ücrete mukabil, bir saatçik zamanda, murassâ (kıymetli taşlarla süslenmiş) ve gayet san'atlı diktiği bir gömleği, bir hulleyi (elbise) o fakire giydirir. Onun üstünde işler ve vaziyetler verir. Harika envâ-ı san'atını (sanatının çeşitleri) göstermek için keser, değiştirir, uzaltır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam, o zâta dese: "Bana zahmet veriyorsun, eğilip kalkmakla verdiğin vaziyetten bana sıkıntı veriyorsun. Beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun" demeye hak kazanabilir mi? "Merhametsizlik, insafsızlık ettin" diyebilir mi?

İşte, aynen bu misal gibi, Sâni-i Zülcelâl (Celal ve yücelik sahibi sanatkar Allah) sana, ey hasta, göz, kulak, akıl, kalb gibi nuranî duygularla murassâ olarak giydirdiği cisim gömleğini, Esmâ-i Hüsnâsının (güzel isimlerinin) nakışlarını göstermek için, çok hâlât (haller) içinde seni çevirir ve çok vaziyetlerde seni değiştirir. Sen açlıkla onun Rezzâk (rızık veren) ismini tanıdığın gibi, Şâfî (şifa veren) ismini de hastalığında bil. Elemler, musibetler bir kısım esmâsının ahkâmını (isimlerinin hükümlerini) gösterdikleri için, onlarda hikmetten lem'alar (parıltılar) ve rahmetten şuâlar (ışıklar) ve o şuâât içinde çok güzellikler bulunuyor. Eğer perde açılsa, tevahhuş (korku) ve nefret ettiğin hastalık perdesi arkasında sevimli, güzel mânâları bulursun.

BEŞİNCİ DEVÂ

Ey maraza (hastalığa) müptelâ hasta! Bu zamanda tecrübemle kanaatim gelmiştir ki, hastalık bazılara bir ihsan-ı İlâhîdir, bir hediye-i Rahmânîdir. Bu sekiz dokuz senedir, liyakatsiz olduğum halde, bazı genç zatlar hastalık münasebetiyle dua için benimle görüştüler. Dikkat ettim ki: Hangi hastalıklı genci gördüm; sair gençlere nisbeten âhiretini düşünmeye başlıyor. Gençlik sarhoşluğu yok. Gaflet içindeki hayvânî hevesattan (isteklerden) bir derece kendini kurtarıyor. Ben de bakıyordum, onların tahammül dahilindeki hastalıklarını bir ihsan-ı İlâhî olduğunu ihtar ederdim. Derdim ki:

"Kardeşim, senin bu hastalığının aleyhinde değilim. Hastalık için sana karşı bir şefkat hissedip acımıyorum ki, dua edeyim. Hastalık seni tam uyandırıncaya kadar sabra çalış. Ve hastalık vazifesini bitirdikten sonra, Hâlık-ı Rahîm inşaallah sana şifa verir."

Hem derdim: "Senin bir kısım emsalin sıhhat belâsıyla gaflete düşüp, namazı terk edip, kabri düşünmeyip, Allah'ı unutup, bir saatlik hayat-ı dünyeviyenin zâhirî (dış görüntüsü) keyfiyle hadsiz bir hayat-ı ebediyesini sarsar, zedeler, belki de harap eder. Sen hastalık gözüyle, herhalde gideceğin bir menzilin olan kabrini ve daha arkasında uhrevî menzilleri görürsün ve onlara göre davranıyorsun. Demek senin için hastalık bir sıhhattir; bir kısım emsalindeki sıhhat bir hastalıktır."

ALTINCI DEVÂ

Ey elemden teşekkî eden hasta! Senden soruyorum: Geçmiş ömrünü düşün ve o ömürde geçmiş lezzetli safâ günleri ve belâ ve elemli vakitlerini tahattur et (hatırla) . Herhalde ya oh, ya ah diyeceksin. Yani, ya "Elhamdü lillâh, şükür," veyahut "Vâ hasretâ, vâ esefâ!" kalbin ve lisanın diyecek.

Dikkat et, sana "Oh, elhamdü lillâh, şükür" dediren, senin başından geçmiş elemler, musibetlerin düşünmesi, bir mânevî lezzeti deşiyor ki, senin kalbin şükreder. Çünkü elemin zevâli lezzettir. O elemler, o musibetler, zevâliyle ruhta bir lezzet irsiyet bırakmış ki, düşünmekle deşilse, ruhtan bir lezzet akıyor, şükürler takattur ediyor(damlıyor).

Sana "Vâ esefâ, vâ hasretâ!" dedirten, eski zamanda geçirdiğin lezzetli ve safâlı o hallerdir ki, zevalleriyle senin ruhunda daimî bir elem irsiyet bırakıp, ne vakit düşünsen o elem yine deşiliyor, esef ve hasret akıtıyor.

Madem bir günlük gayr-ı meşru lezzet bazan bir sene mânevî elem çektiriyor. Ve muvakkat bir günlük hastalıkla gelen elem, çok günler mânevî lezzet, sevapla beraber, zevâlindeki halâs ve kurtulmaktan gelen mânevî lezzet vardır. Senin başındaki şimdilik bu muvakkat hastalığın neticesi ve içyüzündeki sevabı düşün. "Bu da geçer, yâ Hû" de, şekvâ yerinde şükret.

ALTINCI DEVÂ

Ey dünya zevkini düşünüp hastalıktan ıztırap çeken kardeşim! Bu dünya eğer daimî olsaydı ve yolumuzda ölüm olmasaydı ve firak ve zevâlin rüzgârları esmeseydi ve musibetli, fırtınalı istikbalde mânevî kış mevsimleri olmasaydı, ben de seninle beraber senin haline acıyacaktım. Fakat madem dünya birgün bize "Haydi, dışarı" diyecek, feryadımızdan kulağını kapayacak. O bizi dışarı kovmadan, biz bu hastalıklar ikazatıyla (ikazlarıyla) şimdiden onun aşkından vazgeçmeliyiz. O bizi terk etmeden, kalben onu terke çalışmalıyız.

Evet, hastalık bu mânâyı bize ihtar edip der ki: "Senin vücudun taştan, demirden değildir. Belki daima ayrılmaya müsait muhtelif maddelerden terkip edilmiştir. Gururu bırak, aczini anla. Mâlikini tanı, vazifeni bil, dünyaya niçin geldiğini öğren." Kalbin kulağına gizli ihtar ediyor.

Hem madem dünyanın zevki, lezzeti devam etmiyor. Hususan meşru olmazsa, hem devamsız, hem elemli, hem günahlı oluyor. O zevki kaybettiğinden hastalık bahanesiyle ağlama; bilâkis hastalıktaki mânevî ibadet ve uhrevî sevap cihetini düşün, zevk almaya çalış.

YEDİNCİ DEVÂ

Ey sıhhatinin lezzetini kaybeden hasta! Senin hastalığın sıhhatteki nimet-i İlâhiyenin lezzetini kaçırmıyor, bilâkis tattırıyor, ziyadeleştiriyor. Çünkü birşey devam etse tesirini kaybeder. Hattâ ehl-i hakikat (hakikat ehli) müttefikan (ittifakla) diyorlar ki:

lema_25_b.gif (1503 bytes) Yani, "Herşey zıddıyla bilinir." Meselâ, karanlık olmazsa ışık bilinmez, lezzetsiz kalır. Soğuk olmazsa hararet anlaşılmaz, zevksiz kalır. Açlık olmazsa yemek lezzet vermez. Mide harareti olmazsa, su içmesi zevk vermez. İllet olmazsa âfiyet zevksizdir. Maraz olmazsa sıhhat lezzetsizdir.

Madem Fâtır-ı Hakîm (hikmet sahibi Yaratıcı) insana her çeşit ihsanını ihsas etmek (hissettirmek) ve herbir nevi nimetini tattırmak ve insanı daima şükre sevk etmek istediğini, şu kâinatta çeşit çeşit, hadsiz envâ-ı nimeti (çeşitli nimetleri) tadacak, tanıyacak derecede, gayet çok cihazatla insanı teçhiz etmesi gösteriyor ki, elbette sıhhat ve âfiyeti verdiği gibi, hastalıkları, illetleri, dertleri de verecektir. Senden soruyorum: "Bu hastalık senin başında veya elinde veya midende olmasaydı, sen başın, elin, midenin sıhhatindeki lezzetli, zevkli nimet-i İlâhiyeyi hissedip şükreder miydin?" Elbette şükür değil, belki düşünmeyecektin; şuursuz, o sıhhati gaflete, belki sefahete sarf ederdin.

SEKİZİNCİ DEVÂ

Ey âhiretini düşünen hasta! Hastalık, sabun gibi, günahların kirlerini yıkar, temizler. Hastalıklar keffâretü'z-zünub (günahların keffareti) olduğu hadis-i sahihle sabittir. Hem hadiste vardır ki, "Ermiş ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşer; imanlı bir hastanın titremesi de öyle günahları silker." Buharî, Merdâ: 1, 2, 13, 16; Müslim, Birr: 45; Dârimî, Rikâk: 57; Müsned, 1:371, 441, 2:303, 335, 3:4, 18, 38, 48, 61, 81.

Günahlar, hayat-ı ebediyede daimî hastalıklardır; bu hayat-ı dünyeviyede dahi kalb, vicdan, ruh için mânevî hastalıklardır. Sen eğer sabredip şekvâ etmezsen, şu muvakkat bir hastalıkla daimî pek çok hastalıklardan kurtuluyorsun. Eğer günahları düşünmüyorsan, yahut âhireti bilmiyorsan veya Allah'ı tanımıyorsan, sende öyle dehşetli bir hastalık var ki, milyon defa sendeki bu küçük hastalıktan daha büyüktür; ondan feryad et. Çünkü, bütün dünyanın mevcudatıyla kalbin, ruhun ve nefsin alâkadardır. Mütemadiyen firak ve zeval ile o alâkalar kesilip, sende hadsiz (sonsuz) yaralar açılır. Bahusus (özellikle) âhireti bilmediğin için, ölümü idam-ı ebedî tahayyül ettiğinden (hayal ettiğinden) , adeta, güya yara bere içinde, dünya kadar hastalıklı bir vücudun var. İşte en evvel, hadsiz yaralı ve hastalıklı bu büyük mânevî vücudun hadsiz hastalıklarına kat'î ilâç ve kat'î şifa verici bir tiryak (ilaç) olan iman ilâcını aramak ve itikadını (inancını) düzeltmek gerektir ki, o ilâcı bulmakta en kısa yol, bu maddî hastalığın yırttığı gaflet perdesinin altında sana gösterdiği aczin ve zaafın penceresiyle, bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini ve rahmetini tanımaktır.

Evet, Allah'ı tanımayanın, dünya dolusu belâ başında vardır. Allah'ı tanıyanın dünyası nurla ve mânevî sürurla doludur; derecesine göre, iman kuvvetiyle hisseder. Bu imandan gelen mânevî sürur ve şifa ve lezzet altında, cüz'î maddî hastalıkların elemi erir, ezilir.

DOKUZUNCU DEVÂ

Ey Hâlıkını (Yaratıcısını) tanıyan hasta! Hastalıklardaki elem ve tevahhuş ve korkmak ise, hastalık bazan ölüme vesile olduğu cihetindendir. Ölüm, nazar-ı gaflet ve zâhirî cihetinde dehşetli olduğun mukaddemesi nazarıyla bakmak gerektir.

Hem ehlullahın (dan, ona vesile olabilen hastalıklar korkutuyor, telâş veriyor.

Evvelâ bil ve kat'î iman et ki, ecel mukadderdir, tagayyür etmez (değişmez) . Çok ağır hastaların başında ağlayanlar ve sıhhatleri yerinde olanlar ölmüşler, o ağır hastalar şifa bulup yaşamışlar.

Saniyen: (ikinci olarak) Ölüm, sureten göründüğü gibi dehşetli değil. Çok risalelerde gayet kat'î, şeksiz, şüphesiz bir surette, Kur'ân-ı Hakîmin verdiği nurla ispat etmişiz ki, ehl-i iman için ölüm, vazife-i hayat külfetinden bir terhistir. Hem dünya meydanındaki imtihanda, talim ve talimat olan ubudiyetten (kulluktan) bir paydostur. Hem öteki âleme gitmiş yüzde doksan dokuz ahbap ve akrabasına kavuşmak için bir vesiledir. Hem hakikî vatanına ve ebedî makam-ı saadetine girmeye bir vasıtadır. Hem zindan-ı dünyadan, bostan-ı cinâna (cennet bahçelerine) bir davettir. Hem Hâlık-ı Rahîminin fazlından, kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye (ücret almaya) bir nöbettir. Madem ölümün mahiyeti hakikat noktasında budur; ona dehşetli bakmak değil, bilâkis rahmet ve saadetin bir

Allah dostlarının) bir kısmının ölümden korkmaları, ölümün dehşetinden değildir. Belki daha fazla hayır kazanacağım diye, vazife-i hayatın idamesinden kazanacakları hayrat (hayırlar) içindir.

Evet, ehl-i iman için ölüm rahmet kapısıdır, ehl-i dalâlet (sapık topluluklar) için zulümat-ı ebediye (ebedi zulümler) kuyusudur.

ONUNCU DEVÂ

Ey lüzumsuz merak eden hasta! Sen hastalığın ağırlığından merak ediyorsun. O merakın senin hastalığını ağırlaştırır. Hastalığın hafifleşmesini istersen, merak etmemeye çalış. Yani, hastalığın faydalarını, sevabını ve çabuk geçeceğini düşün, merakı kaldır, hastalığın kökünü kes.

Evet, merak hastalığı ikileştirir. Maddî hastalığın altında, merak ile mânevî bir hastalığı kalbine verir; maddî hastalık ona dayanır, devam eder. Eğer teslimiyetle, rıza ile, hastalığın hikmetini düşünmekle o merak gitse, o maddî hastalığın mühim bir kökü kesilir, hafifleşir, kısmen gider. Hususan evhamla bir dirhem maddî hastalık, bazan merak vasıtasıyla on dirhem kadar büyür. Merak kesilmesiyle, o hastalığın onda dokuzu gider.

Merak, hastalığı ziyade ettiği gibi, hikmet-i İlâhiyeyi itham ve rahmet-i İlâhiyeyi tenkit ve Hâlık-ı Rahîminden şekvâ hükmünde olduğu için, aksi maksadıyla tokat yer, hastalığını ziyadeleştirir. Evet, nasıl ki şükür nimeti ziyadeleştirir; öyle de, şekvâ, hastalığı, musibeti tezyid eder(artırır).

Hem merakın kendisi de bir hastalıktır. Onun ilâcı, hastalığın hikmetini bilmektir. Madem hikmetini, faydasını bildin; o merhemi meraka sür, kurtul. Ah yerine oh de; "Vâ esefâ" yerine "Elhamdü lillâhi alâ külli hal"-her halimiz için Allah'a hamd olsun- söyle.

ON BİRİNCİ DEVÂ

Ey sabırsız hasta kardeş! Hastalık, hazır bir elemi sana vermekle beraber, evvelki hastalığından bugüne kadar, o hastalığın zevâlindeki bir lezzet-i mâneviye ve sevabındaki bir lezzet-i ruhiye veriyor. Bugünden, belki bu saatten sonraki zamanda hastalık yok; elbette yoktan elem yok. Elem olmazsa teessür olamaz. Sen yanlış bir surette tevehhüm ettiğin (kuruntu duyduğun) için sabırsızlık geliyor. Çünkü, bugünden evvel bütün hastalık zamanının maddîsi gitmekle elemi de beraber gitmiş, kendindeki sevabı ve zevâlindeki lezzet kalmış. Sana kâr (kazanç) ve sürur (sevinç) vermek lâzım gelirken, onları düşünüp müteellim olmak (elem duymak) ve sabırsızlık etmek divaneliktir. Gelecek günler daha gelmemişler. Onları şimdiden düşünüp, yok bir günde, yok olan bir hastalıktan, yok olan bir elemden tevehhüm ile düşünüp müteellim olmak, sabırsızlık göstermekle, üç mertebe yok yoğa vücut rengi vermek divanelik değil de nedir?

Madem bu saatten evvelki hastalık zamanları ise sürur veriyor. Ve madem, yine bu saatten sonraki zaman mâdum (yok), hastalık mâdum, elem mâdumdur. Sen, Cenâb-ı Hakkın sana verdiği bütün sabır kuvvetini böyle sağa sola dağıtma, bu saatteki eleme karşı tahşid et (biriktir) , "Yâ Sabûr" de, dayan.

ON İKİNCİ DEVÂ

Ey hastalık sebebiyle ibadet ve evrâdından (belli zamanlarda yapılan zikir-virdler) mahrum kalan ve o mahrumiyetten teessüf (üzülen) eden hasta! Bil ki, hadisçe sabittir ki, "Müttakî bir mü'min, hastalık sebebiyle yapamadığı daimî virdinin sevabını, hastalık zamanında yine kazanır." Buharî, Cihad: 134; Müsned, 4:410, 418. Farzı mümkün olduğu kadar yerine getiren bir hasta, sabır ve tevekkül ile ve farzlarını yerine getirmekle, o ağır hastalık zamanında sair sünnetlerin yerini, hem hâlis bir surette, hastalık tutar.

Hem hastalık, insandaki aczini, zaafını ihsas eder. O aczin lisanıyla ve zaafın diliyle, hâlen ve kàlen (davranış ve sözle) bir dua ettirir. Cenâb-ı Hak insana hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir zaaf vermiş, tâ ki daimî bir surette dergâh-ı İlâhiyeye iltica edip (yönelip) niyaz etsin, dua etsin.

lema_25_c.gif (1651 bytes)
"De ki: Duanız olmasa, Rabbim katında ne ehemmiyetiniz var?" Furkan Sûresi, 25:77.
Yani, "Eğer duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var?" Âyetin sırrıyla, insanın hikmet-i hilkati (yaratılış hikmeti) ve sebeb-i kıymeti olan samimî dua ve niyazın bir sebebi hastalık olduğundan, bu nokta-i nazardan şekvâ değil, Allah'a şükretmek ve hastalığın açtığı dua musluğunu, âfiyeti kesb etmekle (kazanmakla) kapamamak gerektir.

ON ÜÇÜNCÜ DEVÂ

Ey hastalıktan şekvâ eden biçare adam! Hastalık bazılara ehemmiyetli bir definedir, gayet kıymettar bir hediye-i İlâhiyedir. Her hasta, kendi hastalığını o neviden tasavvur edebilir.

Madem ecel vakti muayyen değil; Cenâb-ı Hak, insanı ye's-i mutlak (mutlak bir ümitsizlik) ve gaflet-i mutlaktan kurtarmak için, havf ve recâ (korku ve ümit) ortasında ve hem dünya ve hem âhireti muhafaza etmek noktasında tutmak için, hikmetiyle eceli gizlemiş. Madem her vakit ecel gelebilir; eğer insanı gaflet içinde yakalasa, ebedî hayatına çok zarar verebilir. Hastalık gafleti dağıtır, âhireti düşündürür, ölümü tahattur ettirir (hatırlatır), öylece hazırlanır. Bazı öyle bir kazancı olur ki, yirmi senede kazanamadığı bir mertebeyi yirmi günde kazanıyor.

Ezcümle (özetle) , arkadaşlarımızdan-Allah rahmet etsin-iki genç vardı: Biri İlâmalı Sabri, diğeri İslâmköylü Vezirzâde Mustafa. Bu iki zat, talebelerim içinde kalemsiz oldukları halde, samimiyette ve iman hizmetinde en ileri safta olduklarını hayretle görüyordum. Hikmetini bilmedim. Vefatlarından sonra anladım ki, her ikisinde de ehemmiyetli bir hastalık vardı. O hastalık irşadıyla, sair gafil ve ferâizi (farzları) terk eden gençlere bedel, en mühim bir takvâ ve en kıymettar bir hizmette ve âhirete nâfi bir vaziyette bulundular. İnşaallah, iki senelik hastalık zahmeti, milyonlar sene hayat-ı ebediyenin saadetine medar oldu. Ben onların sıhhati için bazı ettiğim duayı, şimdi anlıyorum, dünya itibarıyla beddua olmuş. İnşaallah, o duam, sıhhat-i uhreviye için kabul olunmuştur.

İşte bu iki zat, benim itikadımca, on senelik bir takvâ ile elde edilecek bir kazanç kadar bir kâr buldular. Eğer ikisi, bir kısım gençler gibi sıhhat ve gençliğine güvenip gaflet ve sefahete atılsaydılar, ölüm de onları tarassut edip (kollayıp) tam günahlarının pislikleri içinde yakalasaydı, o nurlar definesi yerine, kabirlerini akrepler ve yılanlar yuvası yapacaklardı.

Madem hastalıkların böyle menfaati var. Ondan şekvâ değil, tevekkül, sabır ile, belki şükredip rahmet-i İlâhiyeye itimad etmektir.

ON DÖRDÜNCÜ DEVÂ

Ey gözüne perde gelen hasta! Eğer ehl-i imanın gözüne gelen perdenin altında nasıl bir nur ve mânevî bir göz olduğunu bilsen, "Yüz bin şükür Rabb-i Rahîmime" dersin. Bu merhemi izah için bir hadise söyleyeceğim. Şöyle ki:

Bana sekiz sene kemâl-i sadakatle, hiç gücendirmeden hizmet eden Barlalı Süleyman'ın halasının bir vakit gözü kapandı. O saliha kadın, bana karşı haddimden yüz derece fazla hüsn-ü zan ederek, "Gözümün açılması için dua et" diyerek, cami kapısında beni yakaladı. Ben de, o mübarek ve meczûbe kadının salâhatini (samimiyetini) duama şefaatçi yapıp, "Yâ Rabbi, onun salâhati hürmetine onun gözünü aç" diye yalvardım. İkinci gün Burdurlu bir göz hekimi geldi, gözünü açtı. Kırk gün sonra yine gözü kapandı. Ben çok müteessir oldum, çok dua ettim. İnşaallah o dua âhireti için kabul olmuştur. Yoksa benim o duam, onun hakkında gayet yanlış bir beddua olurdu. Çünkü eceli kırk gün kalmıştı. Kırk gün sonra-Allah rahmet etsin-vefat eyledi.

İşte o merhume, kırk gün Barla'nın hazînâne bağlarına rikkatli ihtiyarlık gözüyle bakmasına bedel, kabrinde, Cennet bağlarını kırk bin günlerde seyredeceğini kazandı. Çünkü imanı kuvvetli, salâhati şiddetli idi.

Evet, bir mü'min, gözüne perde çekilse ve gözü kapalı kabre girse, derecesine göre, ehl-i kuburdan (kabir ehlinden) çok ziyade o âlem-i nuru temâşâ edebilir. Bu dünyada nasıl çok şeyleri biz görüyoruz, kör olan mü'minler görmüyorlar. Kabirde o körler, imanla gitmişse, o derece ehl-i kuburdan ziyade görür. En uzak gösteren dürbünlerle bakar nev'inde, kabrinde, derecesine göre, Cennet bağlarını sinema gibi görüp temâşâ ederler.

İşte böyle gayet nurlu ve toprak altında iken göklerin üstündeki Cenneti görecek ve seyredecek bir gözü, bu gözündeki perde altında, şükürle, sabırla bulabilirsin. İşte o perdeyi senin gözünden kaldıracak, o gözle seni baktıracak göz hekimi, Kur'ân-ı Hakîmdir.

ON BEŞİNCİ DEVÂ

Ey âh ü enîn eden hasta! Hastalığın suretine bakıp ah eyleme; mânâsına bak, oh de. Eğer hastalığın mânâsı güzel birşey olmasaydı, Hâlık-ı Rahîm en sevdiği ibâdına (kullarına) hastalıkları vermezdi. Halbuki, hadis-i sahihte vardır ki,

lema_25_d.gif (2130 bytes)
el-Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, 1:519, no: 1056; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:343; Buharî, Merdâ: 3; Tirmizî, Zühd: 57;
İbni Mâce, Fiten: 23; Dârimî, Rikâk: 67; Müsned, 1:172, 174, 180, 185, 6:369.

(ev kemâ kàl). Yani, "En çok musibet (bela) ve meşakkate giriftar olanlar, insanların en iyisi, en kâmilleridir (olgunlarıdır)." Başta Hazret-i Eyyub Aleyhisselâm, enbiyalar (peygamberler), sonra evliyalar (Allah dostları) ve sonra ehl-i salâhat (ihlas-samimiyet sahibi kullar), çektikleri hastalıklara birer ibadet-i hâlisa, birer hediye-i Rahmâniye nazarıyla bakmışlar, sabır içinde şükretmişler, Hâlık-ı Rahîmin rahmetinden gelen bir ameliyat-ı cerrahiye nev'inden görmüşler.

Sen, ey âh ü fîzâr eden hasta! Bu nuranî kafileye iltihak etmek istersen, sabır içinde şükret. Yoksa şekvâ etsen, onlar seni kafilelerine almayacaklar. Ehl-i gafletin çukurlarına düşersin. Karanlıklı bir yolda gideceksin.

Evet, hastalıkların bir kısmı var ki, eğer ölümle neticelense, mânevî şehid hükmünde, şehadet gibi bir velâyet derecesine sebebiyet verir. Ezcümle, çocuk doğurmaktan gelen hastalıklar ve karın sancısıyla, gark (boğulma) ve hark (yanma) ve tâun ile vefat eden şehid-i mânevî olduğu gibi, çok mübarek hastalıklar var ki, velâyet derecesini ölümle kazandırır. Hem hastalık, dünya aşkını ve alâkasını hafifleştirdiğinden, vefat ile dünyadan, ehl-i dünya için gayet elîm ve acı olan mufarakati (ayrılığı) tahfif eder (hafifleştirir), bazan da sevdirir.

ON ALTINCI DEVÂ

Ey sıkıntıdan şekvâ eden hasta! Hastalık, hayat-ı içtimaiye-i insaniyede (insanın sosyal hayatında) en mühim ve gayet güzel olan hürmet ve merhameti telkin eder. Çünkü insanı vahşete ve merhametsizliğe sevk eden istiğnâdan kurtarıyor. Çünkü,

lema_25_dx.gif (1644 bytes)
"Şüphesiz ki insan, kendisini ihtiyaçtan uzak görünce azgınlaşıverir." Alâk Sûresi, 96:6-7.

sırrıyla, sıhhat ve âfiyetten gelen istiğnâda bulunan bir nefs-i emmâre, şâyân-ı hürmet çok uhuvvetlere (kardeşliklere) karşı hürmeti hissetmez. Ve şâyân-ı merhamet ve şefkat olan musibetzedelere ve hastalıklılara merhameti duymaz. Ne vakit hasta olsa, o hastalıkta aczini ve fakrini anlar, lâyık-ı hürmet olan ihvanlarına (kardeşlerine) ihtiram eder (hürmet eder) . Ziyaretine gelen veya ona yardım eden mü'min kardeşlerine karşı hürmeti hisseder. Ve rikkat-i cinsiyeden (cinsinin inceliğinden) gelen şefkat-i insaniye ve en mühim bir haslet-i İslâmiye olan, musibetzedelere karşı merhameti hissedip, onları nefsine kıyas ederek, onlara tam mânâsıyla acır, şefkat eder, elinden gelse muavenet eder (yardım eder) , hiç olmazsa dua eder, hiç olmazsa şer'an sünnet olan keyfini sormak için ziyaretine gider, sevap kazanır.

ON YEDİNCİ DEVÂ

Ey hastalık vasıtasıyla hayrat (hayırlar-iyilikler) yapamamaktan şekvâ eden hasta! Şükret. Hayrâtın en hâlisinin kapısını sana açan, hastalıktır. Hastalık mütemadiyen hastaya ve lillâh için (Allah için) hastaya bakıcılara sevap kazandırmakla beraber, duanın makbuliyetine en mühim bir vesiledir.

Evet, hastalara bakmak, ehl-i iman için mühim sevabı vardır. Hastaların keyfini sormak, fakat hastayı sıkmamak şartıyla ziyaret etmek, sünnet-i seniyyedir (peygamberimizin yolu) , el-Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, 2:45, no:1285. keffâretü'z-zünub olur. (günahlara kefaret) Hadiste vardır ki, "Hastaların duasını alınız; onların duası makbuldür." İbni Mâce, Cenâiz: 1; Deylemî, Müsnedü'l-Firdevs, 1:280. Bahusus hasta, akrabadan olsa, hususan peder ve valide olsa, onlara hizmet mühim bir ibadettir, mühim bir sevaptır. Hastaların kalbini hoşnud etmek, teselli vermek, mühim bir sadaka hükmüne geçer. Bahtiyardır o evlât ki, peder ve validesinin hastalık zamanında, onların seriütteessür (çabuk kırılan) olan kalblerini memnun edip hayır dualarını alır.

Evet, hayat-ı içtimaiyede (sosyal hayatta) en muhterem bir hakikat olan peder ve validesinin şefkatlerine mukabil, hastalıkları zamanında kemâl-i hürmet ve şefkat-i ferzendâne ile (evlada yaraşır şefkat gösterme) mukabele eden o iyi evlâdın vaziyetini ve insaniyetin ulviyetini gösteren o vefâdâr levhaya karşı, hattâ melâikeler (melekler) dahi "Maşaallah, bârekâllah" deyip alkışlıyorlar.

Evet, hastalık zamanında, hastalık elemini hiçe indirecek gayet hoş ve ferahlı, etrafında tezahür eden şefkatlerden ve acımak ve merhametlerden gelen lezzetler var. Hastanın duasının makbuliyeti ehemmiyetli bir meseledir. Ben otuz kırk seneden beri, bendeki kulunç denilen bir hastalıktan şifa için dua ederdim. Ben anladım ki, hastalık dua için verilmiş. Dua ile duayı, yani, dua kendi kendini kaldırmadığından, anladım ki, duanın neticesi uhrevîdir, kendisi de bir nevi ibadettir ve hastalıkla aczini anlayıp dergâh-ı İlâhiyeye iltica eder. Onun için, otuz senedir şifa duasını ettiğim halde duam zâhirî kabul olmadığından, duayı terk etmek kalbime gelmedi. Zira hastalık duanın vaktidir; şifa duanın neticesi değil. Belki Cenâb-ı Hakîm-i Rahîm şifa verse, fazlından verir.

Hem dua istediğimiz tarzda kabul olmazsa, makbul olmadı denilmez. Hâlık-ı Hakîm daha iyi biliyor; menfaatimize hayırlı ne ise onu verir. Bazan dünyaya ait dualarımızı, menfaatimiz için âhiretimize çevirir, öyle kabul eder.

Her ne ise, hastalık sırrıyla hulûsiyet kazanan, hususan zaaf ve aczden ve tezellül ve ihtiyaçtan gelen bir dua, kabule çok yakındır. Hastalık böyle hâlis bir duanın medarıdır. Hem dindar olan hasta, hem hastaya bakan mü'minler de bu duadan istifade etmelidirler.

ON SEKİZİNCİ DEVÂ

Ey şükrü bırakıp şekvâya giren hasta! Şekvâ bir haktan gelir. Senin bir hakkın zayi olmamış ki şekvâ ediyorsun. Belki senin üstünde hak olan çok şükürler var, yapmadın. Cenâb-ı Hakkın hakkını vermeden, haksız bir surette hak istiyorsun gibi şekvâ ediyorsun. Sen, kendinden yukarı mertebelerdeki sıhhatli olanlara bakıp şekvâ edemezsin. Belki sen, kendinden sıhhat noktasında aşağı derecelerde bulunan biçare hastalara bakıp şükretmekle mükellefsin. Senin elin kırık ise, kesilmiş ellere bak. Bir gözün yoksa, iki gözü de olmayan âmâlara bak, Allah'a şükret.

Evet, nimette kendinden yukarıya bakıp şekvâ etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Ve musibette herkesin hakkı, kendinden musibet noktasında daha yukarı olanlara bakmaktır ki, şükretsin. Bu sır bazı risalelerde bir temsille izah edilmiş. İcmâli (özeti) şudur ki:

Bir zat, bir biçareyi bir minarenin başına çıkarıyor. Minarenin her basamağında ayrı ayrı birer ihsan, birer hediye veriyor. Tam minarenin başında da en büyük bir hediyeyi veriyor. O mütenevvi (çeşit çeşit) hediyelere karşı ondan teşekkür ve minnettarlık istediği halde, o hırçın adam, bütün o basamaklarda gördüğü hediyeleri unutup veyahut hiçe sayıp, şükretmeyerek, yukarıya bakar. "Keşke bu minare daha uzun olsaydı, daha yukarıya çıksaydım! Niçin o dağ gibi veyahut öteki minare gibi çok yüksek değil?" deyip şekvâya başlarsa, ne kadar bir küfran-ı nimettir, bir haksızlıktır. Öyle de, bir insan hiçlikten vücuda gelip, taş olmayarak, ağaç olmayıp, hayvan kalmayarak, insan olup, Müslüman olarak, çok zaman sıhhat ve âfiyet görüp yüksek bir derece-i nimet kazandığı halde, bazı arızalarla, sıhhat ve âfiyet gibi bazı nimetlere lâyık olmadığı veya sû-i ihtiyarıyla (kötü seçimiyle) veya sû-i istimaliyle elinden kaçırdığı veyahut eli yetişmediği için şekvâ etmek, sabırsızlık göstermek, "Aman, ne yaptım böyle başıma geldi?" diye rububiyet-i İlâhiyeyi tenkit etmek gibi bir hâlet, maddî hastalıktan daha musibetli, mânevî bir hastalıktır. Kırılmış elle döğüşmek gibi, şikâyetiyle hastalığını ziyadeleştirir. Âkıl odur ki,

lema_25_e.gif (2015 bytes)
"O kimseler ki, başlarına bir musibet geldiğinde 'Biz Allah'ın kullarıyız; dönüşümüz de ancak Onadır' derler."
Bakara Sûresi, 2:156.
sırrıyla teslim olup sabretsin, tâ o hastalık vazifesini bitirsin, gitsin.

ON DOKUZUNCU DEVÂ

Cemîl-i Zülcelâlin bütün isimleri, "Esmâü'l-Hüsnâ - Allah'ın en güzel isimleri" tabir-i Samedânîsiyle ( hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah'ın ifadesiyle) gösteriyor ki, güzeldirler. Mevcudat (varlıklar) içinde en lâtif, en güzel, en câmi âyine-i Samediyet de hayattır. Güzelin aynası güzeldir. Güzelin mehâsinlerini (güzelliklerini) gösteren ayna güzelleşir. O aynanın başına o güzelden ne gelse güzel olduğu gibi, o hayatın başına dahi ne gelse, hakikat noktasında güzeldir. Çünkü, güzel olan o Esmâü'l-Hüsnânın güzel nakışlarını gösterir.

Hayat, daima sıhhat ve âfiyette yeknesak (tekdüze) gitse, nâkıs (noksan) bir ayna olur. Belki bir cihette adem ve yokluğu ve hiçliği ihsas edip (hissettirip) sıkıntı verir, hayatın kıymetini tenzil eder (düşürür) , ömrün lezzetini sıkıntıya kalb eder (dönüştürür). Çabuk vaktimi geçireceğim diye, sıkıntıdan ya sefahete, ya eğlenceye atılır. Hapis müddeti gibi, kıymettar ömrüne adâvet (düşmanlık) edip, çabuk öldürüp geçirmek istiyor.

Fakat tahavvülde ve harekette ve ayrı ayrı tavırlar içinde yuvarlanmakta olan bir hayat, kıymetini ihsas ediyor, ömrün ehemmiyetini ve lezzetini bildiriyor. Meşakkatte ve musibette dahi olsa, ömrün geçmesini istemiyor. "Aman güneş batmadı, ya gece bitmedi" diye sıkıntısından of, of etmiyor.

Evet, gayet zengin ve işsiz, istirahat döşeğinde herşeyi mükemmel bir efendiden sor, "Ne haldesin?" Elbette, "Aman vakit geçmiyor; gel bir şeş beş oynayalım. Veyahut vakti geçirmek için bir eğlence bulalım" gibi müteellimâne (elem duyarcasına) sözleri ondan işiteceksin. Veyahut tûl-i emelden (uzun emelden) gelen, "Bu şeyim eksik; keşke şu işi yapsaydım" gibi şekvâları işiteceksin.

Sen bir musibetzede veya işçi ve meşakkatli bir halde olan bir fakirden sor, "Ne haldesin?" Aklı başında ise diyecek ki: "Şükürler olsun Rabbime, iyiyim, çalışıyorum. Keşke çabuk güneş gitmeseydi, bu işi de bitirseydim. Vakit çabuk geçiyor, ömür durmuyor, gidiyor. Vakıa zahmet çekiyorum; fakat bu da geçer. Herşey böyle çabuk geçiyor" diye, mânen ömür ne kadar kıymettar olduğunu, geçmesindeki teessüfle bildiriyor. Demek, meşakkat ve çalışmakla, ömrün lezzetini ve hayatın kıymetini anlıyor. İstirahat ve sıhhat ise, ömrü acılaştırıyor ki, geçmesini arzu ediyor.

Ey hasta kardeş! Bil ki, başka risalelerde tafsilâtıyla kat'î bir surette ispat edildiği gibi, musibetlerin, şerlerin, hattâ günahların aslı ve mayası ademdir (yokluktur). Adem ise şerdir, karanlıktır. Yeknesak istirahat, sükût, sükûnet, tevakkuf (durgunluk) gibi hâletler, ademe, hiçliğe yakınlığı içindir ki, ademdeki karanlığı ihsas edip sıkıntı veriyor. Hareket ve tahavvül ise, vücuttur (varlıktır) , vücudu ihsas eder. Vücut ise hâlis hayırdır, nurdur.

Madem hakikat budur; sendeki hastalık, kıymettar hayatı sâfileştirmek, kuvvetleştirmek, terakki ettirmek (yükseltmek) ve vücudundaki sair cihazat-ı insaniyeyi o hastalıklı uzvun etrafına muavenettarane (yardım edercesine) müteveccih etmek (yönelmek) ve Sâni-i Hakîmin (Hikmetle Yaratanın) ayrı ayrı isimlerinin nakışlarını göstermek gibi çok vazifeler için, o hastalık senin vücuduna misafir olarak gönderilmiştir. İnşaallah çabuk vazifesini bitirir, gider. Ve âfiyete der ki: "Sen gel, benim yerimde daimî kal, vazifeni gör. Bu hane senindir, âfiyetle kal."

YİRMİNCİ DEVÂ

Ey derdine derman arayan hasta! Hastalık iki kısımdır. Bir kısmı hakikî, bir kısmı vehmîdir. Hakikî kısmı ise, Şâfî-i Hakîm-i Zülcelâl, küre-i arz (yeryüzü) olan eczahane-i kübrâsında (büyük eczahane) , her derde bir devâ istif etmiş. O devâlar ise dertleri isterler. Her derde bir derman halk etmiştir (yaratmıştır). Tedavi için ilâçları almak, istimal etmek (kullanmak) meşrudur; fakat tesiri ve şifayı Cenâb-ı Haktan bilmek gerektir. Derdi O verdiği gibi, şifayı da O veriyor.

Hâzık (doktor) , mütedeyyin (dindar) hekimlerin tavsiyelerini tutmak, ehemmiyetli bir ilâçtır. Çünkü ekser (çok) hastalıklar sû-i istimâlâttan, perhizsizlikten ve israftan ve hatîattan ve sefahetten ve dikkatsizlikten geliyor. Mütedeyyin hekim, elbette meşru bir dairede nasihat eder ve vesâyâda (tavsiyelerde) bulunur. Sû-i istimâlâttan, israfattan men eder, teselli verir. Hasta o vesâyâ ve o teselliye itimad edip hastalığı hafifleşir; sıkıntı yerinden bir ferahlık verir.

Amma vehmî hastalık kısmı ise, onun en müessir ilâcı, ehemmiyet vermemektir. Ehemmiyet verdikçe o büyür, şişer. Ehemmiyet vermezse küçülür, dağılır. Nasıl ki arılara iliştikçe insanın başına üşüşürler; aldırmazsan dağılır. Hem karanlıkta gözüne sallanan bir ipten gelen bir hayale ehemmiyet verdikçe büyür, hattâ bazan onu divane gibi kaçırır. Ehemmiyet vermezse, âdi bir ipin yılan olmadığını görür, başındaki telâşına güler.

Bu vehmî hastalık çok devam etse, hakikate inkılâp eder (dönüşür). Vehham (aşırı vehimli) ve asabî insanlarda fena bir hastalıktır; habbeyi (taneyi) kubbe yapar, kuvve-i mâneviyesi kırılır. Hususan merhametsiz yarım hekimlere veyahut insafsız doktorlara rast gelse, evhamını daha ziyade tahrik eder. Zengin ise malı gider; yoksa ya aklı gider veya sıhhati gider.

YİRMİ BİRİNCİ DEVÂ

Ey hasta kardeş! Senin hastalığında maddî elem var. Fakat o maddî elemin tesirini izale edecek (yok edecek) ehemmiyetli bir mânevî lezzet seni ihata ediyor (kuşatıyor) . Çünkü, peder ve validen ve akraban varsa, çoktan beri unuttuğun gayet lezzetli o şefkatleri senin etrafında yeniden uyanıp, çocukluk zamanında gördüğün o şirin nazarları yine görmekle beraber; çok gizli, perdeli kalan etrafındaki dostluklar, hastalığın cazibesiyle yine sana karşı muhabbettarane baktıklarından, elbette onlara karşı senin bu maddî elemin pek ucuz düşer. Hem sen müftehirâne (övünerek) hizmet ettiğin ve iltifatlarını kazanmasına çalıştığın zatlar, hastalığın hükmüyle sana merhametkârâne hizmetkârlık ettiklerinden, efendilerine efendi oldun. Hem insanlardaki rikkat-i cinsiyeyi ve şefkat-i nev'iyeyi kendine celb ettiğinden, hiçten, çok yardımcı ahbap ve şefkatli dost buldun. Hem çok meşakkatli hizmetlerden paydos emrini yine hastalıktan aldın, istirahat ediyorsun. Ebette senin cüz'î elemin, bu mânevî lezzetlere karşı seni şekvâya değil, teşekküre sevk etmelidir.

YİRMİ İKİNCİ DEVÂ

Ey nüzul gibi ağır hastalıklara müptelâ olan kardeş! Evvelâ sana müjde ediyorum ki, mü'min için nüzul (iniş) mübarek sayılıyor. Bunu çoktan ehl-i velâyetten (Allah dostlarından) işitiyordum, sırrını bilmezdim. Bir sırrı şöyle kalbime geliyor ki:

Ehlullah, Cenâb-ı Hakka vasıl olmak (ulaşmak) ve dünyanın azîm mânevî tehlikelerinden kurtulmak ve saadet-i ebediyeyi temin etmek için, iki esası ihtiyaren takip etmişler.

Birisi: Rabıta-i mevttir (Ölümü düşünmek). Yani, dünya fâni olduğu gibi, kendisi de içinde vazifedar fâni bir misafir olduğunu düşünmekle, hayat-ı ebedîsine o suretle çalışmışlar.

İkincisi: Nefs-i emmârenin (kötülüğü emreden nefis) ve kör hissiyatın tehlikelerinden kurtulmak için, çilelerle, riyazetlerle nefs-i emmârenin öldürülmesine çalışmışlar.

Sizler, ey yarı vücudunun sıhhatini kaybeden kardeş! Sen ihtiyarsız, kısa ve kolay ve sebeb-i saadet olan iki esas sana verilmiş ki, daima senin vücudunun vaziyeti, dünyanın zevâlini ve insanın fâni olduğunu ihtar ediyor. Daha dünya seni boğamıyor, gaflet senin gözünü kapayamıyor. Ve yarım insan vaziyetinde bir zâta, nefs-i emmâre, elbette hevesât-ı rezile (rezil istekler) ile ve nefsânî müştehiyatla (nefsi arzularla) onu aldatamaz; çabuk o nefsin belâsından kurtulur.

İşte, mü'min sırr-ı imanla ve teslimiyet ve tevekkülle, o ağır nüzul gibi hastalıktan, az bir zamanda, ehl-i velâyetin çileleri gibi istifade edebilir. O vakit o ağır hastalık çok ucuz düşer.

YİRMİ ÜÇÜNCÜ DEVÂ

Ey kimsesiz, garip, biçare hasta! Hastalığınla beraber kimsesizlik ve gurbet, sana karşı en katı kalbleri rikkate getirirse ve nazar-ı şefkati celb ederse, acaba Kur'ân'ın bütün sûrelerinin başlarında kendini "Rahmânü'r-Rahîm" sıfatıyla bize takdim eden ve bir lem'a-i şefkatiyle umum yavrulara karşı umum valideleri, o harika şefkatiyle terbiye ettiren ve her baharda bir cilve-i rahmetiyle zemin yüzünü nimetlerle dolduran ve ebedî bir hayattaki Cennet, bütün mehâsiniyle (güzellikleriyle) bir cilve-i rahmeti olan senin Hâlık-ı Rahîmine imanla intisabın (bağlanman) ve Onu tanıyıp hastalığın lisan-ı acziyle niyazın, elbette senin bu gurbetteki kimsesizlik hastalığın, herşeye bedel Onun nazar-ı rahmetini sana celb eder.

Madem O var, sana bakar; sana herşey var. Asıl gurbette, kimsesizlikte kalan odur ki, iman ve teslimiyetle Ona intisap etmesin (bağlanmasın) veya intisabına ehemmiyet vermesin.

YİRMİ DÖRDÜNCÜ DEVÂ

Ey mâsum hasta çocuklara ve mâsum çocuklar hükmünde olan ihtiyarlara hizmet eden hasta bakıcılar! Sizin önünüzde mühim bir ticaret-i uhreviye (ahiret ticareti) var. Şevk ve gayretle o ticareti kazanınız.

Mâsum çocukların hastalıklarını, o nazik vücutlarına bir idman, bir riyazet ve ileride dünyanın dağdağalarına mukavemet verdirmek için bir şırınga ve bir terbiye-i Rabbâniye gibi, çocuğun hayat-ı dünyeviyesine ait çok hikmetlerle beraber ve hayat-ı ruhiyesine ve tasaffî-i hayatına medar olacak büyüklerdeki keffâretü'z-zünub yerine, mânevî ve ileride veyahut âhirette terakkiyât-ı mâneviyesine medar (manevi yükselişlere sebep) şırıngalar nev'indeki hastalıklardan gelen sevap, peder ve validelerinin defter-i a'mâline (amel defterine) , bilhassa sırr-ı şefkatle çocuğun sıhhatini kendi sıhhatine tercih eden validesinin sahife-i hasenâtına (iyilikler defterine) girdiği, ehl-i hakikatçe sabittir.

İhtiyarlara bakmak ise, hem azîm sevap almakla beraber, o ihtiyarların-ve bilhassa peder ve valide ise-dualarını almak ve kalblerini hoşnut etmek ve vefâkârâne hizmet etmek, hem bu dünyadaki saadete, hem âhiretin saadetine medar olduğu, rivâyât-ı sahiha ile ve çok vukuat-ı tarihiye ile (tarihi olaylarla) sabittir. İhtiyar peder ve validesine tam itaat eden bahtiyar bir veled, evlâdından aynı vaziyeti gördüğü gibi; bedbaht bir veled, eğer ebeveynini (anne-babasını) rencide etse, azâb-i uhrevîden başka, dünyada çok felâketlerle cezasını gördüğü, çok vukuatla sabittir.

Evet, ihtiyarlara, mâsumlara, yalnız akrabasına bakmak değil, belki ehl-i iman-madem sırr-ı imanla uhuvvet-i hakikiye (hakiki kardeşlik) var-onlara rast gelse, muhterem hasta ihtiyar ona muhtaç olsa, ruh u canla ona hizmet etmek İslâmiyetin muktezasıdır (gereğidir).

YİRMİ BEŞİNCİ DEVÂ

Ey hasta kardeşler! Siz gayet nâfi (faydalı) ve her derde devâ ve hakikî lezzetli kudsî (kutsal) bir tiryak (ilaç) isterseniz, imanınızı inkişaf ettiriniz (geliştiriniz). Yani, tevbe ve istiğfar ile ve namaz ve ubudiyetle, o tiryak-ı kudsî olan imanı ve imandan gelen ilâcı istimal ediniz (kullanınız).

Evet, dünyaya muhabbet ve alâka yüzünden, güya, adeta ehl-i gafletin dünya gibi büyük, hasta, mânevî bir vücudu vardır. İman ise, o dünya gibi zeval ve firak darbelerine, yara ve bere içinde olan o mânevî vücuduna birden şifa verip, yaralardan kurtarıp hakikî şifa verdiğini pek çok risalelerde kat'î ispat etmişiz. Başınızı ağrıtmamak için kısa kesiyorum.

İman ilâcı ise, ferâizi (farzları) mümkün oldukça yerine getirmekle tesirini gösteriyor. Gaflet ve sefahet ve hevesât-ı nefsâniye ve lehviyât-ı gayr-ı meşrua (meşru olmayan oyunlar) , o tiryakın tesirini men eder. Hastalık madem gafleti kaldırıyor, iştahı kesiyor, gayr-ı meşru keyiflere gitmeye mâni oluyor; ondan istifade ediniz. Hakikî imanın kudsî ilâçlarından ve nurlarından, tevbe ve istiğfarla, dua ve niyazla istimal ediniz.

Cenâb-ı Hak sizlere şifa versin, hastalıklarınızı keffâretü'z-zünub yapsın. Âmin, âmin, âmin.

lema_25_f.gif (2763 bytes)
"Dediler: Bizi buna eriştiren Allah'a hamd olsun; yoksa Allah hidayet etmeseydi, biz kendiliğimizden buna erişemezdik.
Gerçekten Rabbimizin peygamberleri bize hakkı getirdiler.
"
A'râf Sûresi, 7:43.

lema_25_g.gif (2020 bytes)
"Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur.
Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti herşeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin.
"
Bakara Sûresi, 2:32.

lema_25_h.gif (3298 bytes)

Allahım!
Kalblerin derman ve devâsı,
bedenlerin âfiyet ve şifası,
gözlerin nur ve ziyası olan
Efendimiz Muhammed'e , âilesine ve ashabına salât ve selâm et. (not: bu salavatın her gün akşam ile yatsı arasında 7 defa okunması şifaya vesile olabilir Allah'ın izniyle)